Bir İyilik Hareketi Olarak Vakıf Medeniyeti, Vakfın Değer ve Anlamı
MAKALE
Paylaş
13.11.2023 13:53
1.806 okunma
Ali Ay

Hayatımızda bir şeyi niçin önemser ve ilgi duyarız? Bilgi, ilgi sevgi! Bilmediğimiz şeye ilgi duymayız. Bildiğimiz şeye neye göre ilgi duyar, kıymet atfederiz? İçeriğini oluşturan değere göre benimser, önemser, kıymet atfederiz. İlgi sevgi ile olur. Sevmediğiniz şeyi benimsemezsiniz. İlgi duyduğunuz ama sevdiğiniz şeye sahip olmak ister yahut onu hayatımızın bir parçası haline getirirsiniz. Bilgi bir şeyin ne olduğunu anlamaktır. Anlasanız dahi o şey o bilgi henüz size ait değildir. Size ait olması için anlamlandırmanız, idrak düzeyine çıkarmanız gerekir ki size ait olsun. İşte buna düşünce diyoruz. Aklın fonksiyonu İyi ve güzel olana, Aklın idraki, kalbin idraki! Değer ve değerli olanı fark etmek demektir

Vakfa gösterdiğimiz ilgi, ona verdiğimiz önemle orantılı olarak hayatımıza kattığı değer sebebiyle sevgi duygumuzun etkisiyledir.

  1. Peki, Vakıf gönüllüleri olarak bizim, her birimizin ister Mütevelli, ister Yönetim, ister Komisyon ve Teşkilat birimlerinde gönüllü olarak sorumluluk almamıza etki eden temel faktör nedir?

Bu sorulara cevap verebilmek için önce vakfın anlam haritasını çıkarmak ve buna göre bu gün bizim yaptığımız vakıf çalışmasını değerlendirmek gerekir.

Vakfı değeli kılan nedir? Vakfın değeri neden ileri gelmektedir? Vakfı değerli kılan onun varoluşunu, çıkışını sağlayan üç temel kaynağa dayanmasıdır.

            Birincisi;  Vakfın içeriğini oluşturan ‘iyilik’ merkezli değerlerin, ilke ve pensiplerin, kaynağını Kur’an’dan almış olmasıdır. Vakıf kelime olarak Kur’an’da geçmez ama içeriğini ve ilkelerini Kur’an’dan alır.

Yüce Allah, Kur’an’ı Kerim’de bizden;

Rızık olarak verdiği nimetlerden infak etmeyi’, (Bakara, 2/3)

“Hayırlarda yardımlaşmayı” (Bakara, 2/148)

“Hayra çağırmayı”,  (Âl-i İmran,3/104)

“Hayırlı işlere koşuşturmayı ve yarışmayı”,  (Âl-i İmran, 3/114, 115)

“Bollukta ve darlıkta infak etmeyi”, (Âl-i İmran, 3/134)

“İyilik yapmak ve kötülüklerden sakınmak hususunda insanların birbiriyle yardımlaşmasını”,  (Maide, 5/2) istiyor ve bunun gibi birçok ayette, vakıf üzerinden dayanışma ve yardımlaşmayı emrediyor, teşvik ediyor.

İkincisi; Vakıf; Hz. Peygamberin bizzat uyguladığı sünneti ve Sahabe-i Kiramın tatbikatıyla vücut bulmuş kurumdur. Özellikle “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda infak etmedikçe gerçek iyiliğe ulaşamazsınız” (Âl-i İmran, 3/92) Ayeti nazil olunca, Hz. Ömer (ra) hemen Peygamberimize gelerek çok sevdiği ve değer verdiği Semg Hurmalığı hakkında; ‘Ey Allah’ın Resulü, şimdiye kadar sahip olduğum, benim için en kıymetli hurmalığa malikim. Bu hususta ne buyurursanız öyle yapacağım’, dedi. Allah Resulü; Dilersen bu hurmalığın aslını vakfet, Allah için tasadduk et. Artık o Allah’ın mülkü hükmünde olarak alınıp satılmaz, hibe edilmez, ona varis olunmaz, onun mahsulü infak edilir” (Buhari, C. 3, Vesâyâ -28, s.196. Ebu Davud C.3 Vesâyâ -13, S.298) buyurdular. Bunun üzerine Hz. Ömer çok sevdiği bu hurmalığı Allah yolunda cihad edenlerin, esaretten kurtulmak isteyenlerin, misafirler ve ihtiyaç sahiplerinin yararlanmaları için vakfetti.

Merhamet Peygamberi Efendimiz (sas), Medine’de kendisine ait hurma bahçesini ve Fedek arazisindeki hurmalığını vakfederek (Müslim, Vasiyye ı4, Ebu Davut Vesaya 14, Tirmizi Ahkâm 36) vakıf uygulamasını bizzat yapmıştır.

Hz. Ömer’le birlikte Hz. Peygamber’in bizzat bu örnek uygulaması sonrası Hz. Osman Resûlüllah’ın tavsiyesi ile Medine’deki “Rume Kuyusu”nu bir Yahudi’den satın alarak bütün Müslümanların yararına tahsis etti. (Tirmizi Menâkıp,18) Halid b. Velid savaş aletlerini ve atlarını bağışladı. (Buhari Zekât, 49) Hz. Ali Medine’deki bir arazisini ve Yenbu’da su kaynağını (Ahmet b. Hüseyin el Beyhâki V1, 160-161) vakfetmiştir.

Bunu gören sahabe adeta hayır yarışına girerek, ellerindeki pek çok kıymetli malını, ev ve arazilerini vakfetmişlerdir. Hz. Cabir; (R.A.) “Muhacir ve Ensar’dan imkân sahibi olup da vakfetmeyen bir tek kişi bilmiyorum” (Hassaf, s.15) dediği rivayet edilir.

İslâm âlimleri tarafından vakfın dayanağı olarak kabul edilen ve Ebu Hureyre tarafından rivayet edilen Peygamberimiz (AS) ın şu hadisi şerifi çok önemli. Peygamberimiz şöyle buyuruyor; “İnsan ölünce amel defteri kapanır. Ancak sadaka-ı cariye (devam eden sadaka),  yararlanılan bir ilim ve kendisine dua eden hayırlı bir evlat bırakan kişinin ameli kesilmez”. (Müslim, Vasiyye 14)

Hadis-i şerifte geçen “Sadaka-ı Cariye”, “İlim” ve “Hayırlı bir (evlat) nesil” insanın vefat edince geride bırakacağı bu üç amel,  hem dünyevi hayatın imarı hem de ebedi hayatın kazanılması bakımından büyük bir değer ifade etmektedir.

Peygamberimiz efendimizin “Kim dünyada, bir Müslümanı sıkıntısından kurtarırsa, Allah da onu, kıyamet gününde bir sıkıntısından kurtarır” (Buhari, mezalim 3, Müslim, Birr 58) bu ve benzeri yardımlaşma ve iyilikte yarışmayı teşvik eden hadisleri ve uygulamaları ile vakıf İslam hukukunda bir kurum ve Müslümanların hayatında önemli bir yer işgal etmiştir.

Vakıf, Kur’an ve Sünnetle birlikte Sahabe tatbikatına, bu iki kaynağa dayandığı için de biz Müslümanlar nezdinde üstün değere sahip bir kurumdur.

Üçüncüsü; Vakıf hizmeti, sadece Allah rızasını kazanma amacını taşır, hiçbir dünyevi menfaat gözetilmez.

Bu bağlamda başta Sahabe ve sonra gelenler, tarih boyu Müslümanlar bu iyilik-hayır kurumunu geliştirerek İslam medeniyeti binasını, vakıf medeniyeti temelleri üzerine bina etmişler ve yüceltmişlerdir.

Temel amaç Allah’ın rızasını kazanmaktır. Çünkü geçici bu dünya hayatından sonra, varlığının devam ettiğine inandığı, baki olan ahiret hayatını kazanmaktır. Müslüman dünya hayatında hayır ve iyilik olarak ne yaparsa ahirette onu bulacağı, dünyada kazandıklarına göre Allah’ın kendisini yargılayacağı ve mükâfatlandıracağı Ahiret inancını, dünyevi hayat düşüncesinin merkezine oturtur ve salih amelle Allah’ın rızasını kazanmayı arzular.

Vakıf bu arzu amacın gerçekleşmesinde çok önemli bir kurumdur. Çünkü vakıf hizmeti dünyevi hiçbir çıkar ve menfaat gözetmeden, sadece Allah rızasını kazanma niyet ve amacıyla yapılan faaliyettir.

Vakıf Müessesesi, İslam düşüncesinde Fıkıh ilminin konusu içerisinde yer almış, Onun sistemleşmesi ve kurumlaşmasında çok geniş bir literatür oluşmuştur. Bu sayede varoluşundan günümüze kadar hem bireysel ve toplumsal hem de devletlerin hayatında eğitimden, ekonomiye, ilimden, kültürden, sanattan imara, inşaya, kadar her alanda devletlerin ve toplumların, canlıların ve tabiatın korunması ve yaşatılmasında önemli bir yer işgal etmiş, İslam medeniyetinin gelişmesinde işgal ettiği önem nedeniyle, vakıf medeniyetinden söz edilmiştir.

İslâm Hukukunda Vakıf nedir?

İslam Fıkhında bunun cevabını Peygamberimiz efendimizin Hz. Ömer’e tavsiyesinde içerik olarak görüyoruz. Bundan hareketle Vakıf; “Varlıklı insanların sadece Allah rızasını kazanmak amacıyla bir mülkün aynı Allah Teâlâ’nın mülkü hükmünde olarak, menfaatinin tamamıyla ihtiyaç sahiplerine tahsis edildiği” müesseselerdir şeklinde tanımlanır.

Vakıflarda bulunması gereken şart ve özellikler şunlardır.

  • Vakfedilen şey taşınmaz mal, mülk olmalı, gelir gerici özelliğe sahip olması,
  • Tahsis edilen amacı açıkça belli olması,
  • Nasıl yönetileceği sarahatle açıklanmalı, Mütevellisi olmalı.
  • Sadece Allah rızasını kazanmak gayesi için yapılır.
  • Vakıftan geri dönüş yoktur, ebediyyen yaşama gayesi güdülür.
  • Allah’ın mülkü hükmünde olduğu için alınıp satılma, miras konusu yapılmaz.
  • Amacını gerçekleştirme zorunluluğu, vakfeden kurucu için vücûb ifade eder.

Medeni hukukumuzda da vakıf mevzuatını tarihi ve kültürel şartlar çerçevesinde Vakıflar Kanunu ve İlgili mevzuat çerçevesinde düzenlemiştir. Bu yasal mevzuata göre bizim vakfımız Yeni Vakıflar adı altında mevzuata tabidir. İdari yönden Kültür Bakanlığı Vakıflar Genel Müdürlüğüne bağlı olup bu kurum tarafından denetlenmektedir.

 

  1. Şimdi Vakfımızı ve vakıf çalışmalarımızı bu anlam haritası üzerinden değerlendirelim

“İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olan, malın en hayırlısı Allah yolunda harcanan, vakfın en hayırlısı da insanların en çok duyduğu ihtiyaçları karşılayandır”.

 

Her vakfın, vakıf senedinde, (vakıf ana sözleşmesinde) belirlediği bir amacı ve hedefi vardır. Anadolu Eğitim Kültür ve Bilim Vakfını kuran kurucu irade, vakfın en hayırlısı insanların en çok duyduğu ihtiyaçları karşılayandır” ilkesini dikkate alarak vakfın amacını belirlemiştir. Buna göre:

Vakfın amacı;

“Milli ve manevi değerlerimizin korunması, yaşatılması ve çağın imkânlarından ve çağdaş araçlardan yararlanarak milli kültürümüzün araştırılması, zenginleştirilmesi yurt içinde ve dışında tanıtılmasıdır.

Vatanımıza ve Türk milletine bağlı, dürüst, kişilikli, temiz ahlaklı gençlerin yetiştirilmesi bunlara eğitim ve öğrenim dönemlerinde maddi ve manevi yardım ve katkı sağlamaktır.

Gerek Türkiye içinde gerekse Türkiye dışında tüm Türk dünyasının kültür varlıklarının araştırılıp tanıtılması, yukarıda sayılan bütün bu alanlarda gerekli faaliyetlerde bulunmak açısından müesseseler kurmak, kurulmuş olanlarına iştirak etmek ve bunları desteklemek vakfın başlıca amacıdır.

Ayrıca, doğal afetler sonucunda telafisi güç mağduriyetler yaşayan vatandaşlarımız ve çeşitli sebeplerle ülkemizde bulunan mülteciler ile Türk ve İslam coğrafyasında zor şartlarda hayat mücadelesi veren ihtiyaç sahiplerine ayni ve nakdî yardım sağlanması da Vakfın amaçlarındandır”. (Madde-3)

İçinde bulunduğumuz modern çağın seküler, felsefi anlayış ve hayat tarzları toplumumuz üzerinde bir değer çatışması ve krizi oluşturmuştur. Bu durumun yarattığı bunalım, değerlerimizin anlam kaybına neden olmuş ve bundan da en çok gençler etkilenmiştir. Bu şartların etkisiyledir ki kurucu irade değerler üzerinden gençleri muhatap alan milli kültür (Medeniyet) tasavvuru üzerinden inşa çalışmasını amaç edinmiştir.

Zira içinde bulunduğumuz modern zamanlarda, özellikle dijital hayatın sanal ortamında insanlar küresel kültürlerin etki ve kuşatması altındadır. Her şeyin maddileştiği, dünyevileştiği, insanların haz ve konfor peşinde koşar hale geldiği bir çağı yaşıyoruz. Kişiliğimizi, şahsiyetimizi ve Müslüman kimliğimizi oluşturan değerlerimizin gittikçe aşındığını, anlam kaybına uğradığını, değersizleştiğini görüyoruz.

Bu durum toplumda çözülmeye ve sosyal ilişkilerde kaçınılmaz bir bunalımının yaşanmasına neden oluyor. Bundan da en çok etkilenen ve zarar görenler, gençlerimiz oluyor.

Güvenli bir gelecek tasavvuru ve erdemli bir toplum inşası açısından bu durum herkes için kaygı vericidir. Her akıl ve vicdan sahibi insan bu duruma duyarsız kalamaz ve sorumluluktan kaçamaz.

Bu nedenle vakıf çatısı altında Hz. İbrahim için su taşıyan karınca misali de olsa; safımızı belirliyor, sorumluluğumuzu yerine getirmeye çalışıyoruz.

İşte değer dediğiniz şey, bu sorumluluk duygusuyla bize yaşadığımız hayatı anlamlı kılan eylemlerimizin adıdır.

Vakfın amacını belirleyen tanım içinde amacımızı anlamlandıran üç kavram var. Bunlar Değer, Gençlik, Milli Kültür kelimeleridir.

Birincisi “Değer” kavramı.

Değerin kelime anlamı kıymet demektir. Bir şey kıymeti değeri anlam kazanır. Değer kavramının karşılığı “iyi” olandır. İyi olan şey de değerlidir. Demek ki değer kavramının içine iyi ve güzel olan her şeyi katabiliriz. Değerin de kendini göre dereceleri vardır. Ama yüce Allah Kur’an-ı kerimde “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda infak etmedikçe gerçek iyiliğe (Cennete) ulaşamazsınız” (Âl-i İmran, 3/92) Ayet-i Kerime’siyle, iyiliğin zirvesi olarak en çok sevdiğimiz şeylerin Allah yolunda infak edilmesini hedef olarak gösteriyor. En büyük ödül, en iyi olanda diyebiliriz.

İyilik ve Kötülük İnsana ait sıfat! Konu insan olunca; her medeniyetin bir insan tasavvurunun olduğunu biliyoruz. Çünkü insan sahip olduğu bu değerler manzumesi istikametinde bir dünya, hayat ve varlık görüşüne sahip olur. Ona göre de hayat tarzı oluşturur.

Batı Medeniyeti Nietzsche’nin üstün insan tasavvuru üzerinden güce dayalı bir bakış açısı geliştirmiştir. Batı, modern zamanlarda Tanrı’yı hayat anlayışından çıkardı, işlevsiz hale getirdi. Grek felsefesini düşüncesinin temeline koyarak Hz. İsa ve Hz. Yakup’u Allah’ın oğulları tasavvuruyla İnsanı Tanrı katına yükseltti. Bir ölçüde insanı tanrılaştırdı. Üstün İnsan tasavvuru ile maddi olana, mülk âlemine keşfe dikkat kesildi. Bir taraftan aklı insanın üstün değeri olarak mutlaklaştırdı, Rasyonalizmi merkeze aldı. Diğer yandan dünya ve eşyanın keşfine odaklandı, insan tecrübesini, bilimi mutlaklaştırdı, pozitivizmi hayat anlayışının merkezine koydu. İnsanı tek boyutlu olarak maddi yönüyle ele aldı. Ürettiği bilimi, teknolojiyi, sanatı, kâinatta var olan her şeyi kendisi için güç aracı olarak kullandı. Ürettiği bütün insani değerler kendisi için bir anlam ifade etti. Ancak başkaları için bir anlamı yoktu. Başkaları onun için köle ve sömürme aracı idi. Belki bu bakış açısı ile bilim, teknoloji medeniyetini, sanayi devrimini gerçekleştirdi. Ama şimdi ihmal ettiği beşeri insan kılan değerleri kaybetti. Elde ettiği güç ile kurduğu sistem; insanı ve kâinatı sömürme ve köleleştirme düzeni ile insanlık bir değerler krizi yaşıyor.

İslam Medeniyetinin insan tasavvuruna gelince; Allah insanı “ahseni takvim” diye Kur’an-ı Kerim’in Tin suresinde tanımladığı değerler manzumesiyle kerim bir varlık olarak yaratmıştır. Bu insan-ı kâmil dediğimiz, bütün ahlaki değerleri özünde toplayan insan demektir.

İnsanı Allah düalist (ikili) bir varlık olarak yaratmıştır. Biri fiziki, maddi yönü ve bütün fonksiyonları ile birlikte bedeni, diğeri ise ruhi yönü. Yüce Yaratıcı Hâlık sıfatıyla İnsanı topraktan sudan, çamurdan beşer olarak yarattı. Bu insanın görünen biyolojik, fiziki, maddi yönü, aklı, iradesi, kanı, canı, nefsi yaşaması ve maddi varlığını sürdürmesi için düşünme beyin fonksiyonları dâhil gerekli bütün fonksiyonları ile birlikte. Ama bir diğer yönü onun kalp dünyasını kapsayan Ruhi varlığını; ona kendi ruhundan üfleyerek içerisine kendi esmasını yerleştirdi. Yani Fatır sıfatıyla, insanın ruhuna Fıtrat’ı yerleştirdi. Bu şu demektir; Allah bütün esmasını içeren değerler manzumesi güzellikleri fıtrat olarak insanın ruhuna yerleştirdi demektir. Bu günkü dijital teknoloji deyimiyle elektronik bir cihazı işleten cip misali, ruha hayat veren değerler hafızasıdır. Bu fıtrat yapısıyla birlikte Âdem olan beşer, yeryüzünde sorumlu bir varlık olarak insan sıfatını aldı.

Aslında insanı bütün varlıklardan değerli kılan, kerim bir varlık olarak ruh güzelliği ile yaratılmış olmasıdır. Kur’an-ı Kerimde Tin Suresinde geçen “Biz insanı Ahsen-i Takvim üzere yarattık” ifadesinde geçen, ahsen-i takvim, güzel suret anlamından öte, ahlaki değerlerle bezenmiş olarak yarattık demektir, yani fıtrat güzelliği.

Batı medeniyeti insanı tek boyutlu ele aldı, sadece maddi yönünü inşa etti. Gerek insan ilişkisinde, gerekse varlık ve tabiat ilişkisinde, insanın doymak bilmeyen iştehasını, hazlarını tatmin edecek bir hayat felsefesi geliştirdi. İnsanı köleleştirdi, sömürdü, tabiatı pervasızca sömürdü talan etti.

İslam medeniyeti ise insanı yaratılış hikmeti gereği hem bedeni hem de ruhi yönüyle birlikte ahlaki değerlerle bir bütün olarak tasavvur eder. Bedeni varlığını yaşatma ve geliştirmeye dair çabası kadar, belki de daha fazla ruhî varlığını koruma ve geliştirmeye önem atfeder. Varlık âlemini, tek boyutlu olarak sadece mülk âlemi üzerinden tek boyutlu bakmaz, melekût âlemiyle birlikte tasavvur eder. Eşya ve evrenle, tabiatla ilişkisini mülkiyet ve varlığa sahip olmak üzerinden değil, emanet olarak görür. Çünkü Allah, insanın emrine varlıkları emanet olarak vermiş, insanoğluna da bu emaneti hakkıyla koruma sorumluluğu yüklemiştir. Bu hilafet sorumluluğudur. İnsanın varlıkla sevgi, merhamet ve ahlak temelli ilişkisine dayanan hayat felsefesinin, düşüncesinin adı merhamet medeniyeti olmuştur.

Güç merkezli batı medeniyeti artık bu gün -İsrail’in Filistin’de yaptığı saldırı, işgal ve zulüm karşısında takındığı tutum- ürettiği güya insani değerler bakımından ikiyüzlülüğü açığa çıkmış, iflas etmiştir. Demokrasi, eşitlik, özgürlük, adalet, insan hakları gibi kavramların içinin boş olduğu, insanlığa acı, kan ve gözyaşından başka bir şey vermediği gün gibi açığa çıkmıştır. Çıkarı için hak, hukuk, adalet, özgürlük ve benzeri hiçbir insani değeri hiçe yayan, emperyalist, hegomonyalist tutumuyla insanları ve toplumları köleleştiren, dünyayı ahtapotun kolları gibi saran, sömüren, savaştan ve kandan beslenen, insanlığı yok oluşa sürükleyen adeta canavara dönüşmüştür.

İnsanlık günümüzde İslâm Medeniyetinin adalet, ahlak ve merhametine her zamankinden daha çok muhtaçtır. Bu nedenle medeniyetimizin değerler manzumesini geride yaşanmış, modası geçmiş bir gelenek olarak görmek değil, geleneğin sağlam temelleri üzerine oturmuş, tarihi tecrübe ve birikimiyle oluşmuş düşünceye yaslanan, ama bu günü ve geleceği inşa edecek yeni tasavvurlarla medeniyet değerlerimizi üretmemiz bir sorumluluktur.     

İkincisi Gençlik;

Vakfın merkeze aldığı ikinci ilgi alanı gençlik! Kurucu iradenin vakıf çalışmalarında gençliği konu almasının nedeni nedir? Niçin gençlik merkezli bir kurumuz? Bu önemli konuya öncelikli olarak kafa yormamız ve anlamlandırmamız gerekir.

İnsanlar ve toplumlar sürekli değişir. Gençler bu değişimi yetişkinlere göre daha çabuk ve dinamik yaşar. Yetişkinlerin zaman içinde edindikleri, alışkanlıkları, sabitleşmiş düşünceleri, hatta yerleşmiş ön yargıları değişimin bariyerleridir. Gençler anı yaşarlar, zamanın ruhuna göre yeniliklere açıktırlar, dinamiktirler, heyecanlıdırlar, özgürlüklerine düşkündürler, sorgulayıcıdırlar, geleceğe dair hayalleri yetişkinlere göre daha canlıdır. Geleceği inşa etme çaba ve hedefleri daha dinamiktir. Boşuna söylenmemiştir, yaşlılar hatıraları, gençler hayalleri ile yaşarlar diye. Tabii ki, yetişkinlerin de tecrübesi önemlidir.

Bu insan tabiatının ve toplumun sosyolojik gerçekliğidir. Ancak modern zamanların dünyayı ve toplumumuzu kuşattığı ve bize sunduğu popüler kültür ortamında yaşanan hayat tarzları bakımından, hep gençlerin eleştirildiği, eleştiriden öte suçlandığını görüyoruz.

Ancak önce şunu kendimize sormalıyız, onlara neyi verdik ki, onlardan ne istiyoruz veya bekliyoruz? Onların bizden sonra içinde yaşadıkları siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik hayat şartlarını, verimsiz eğitim politikaları ile ahlâkî değerlerden yoksun dindarlığımızla, çatışmacı siyasi ve dini tartışmaların yaşandığı ortamı onlar hazırlamadı. Biz yetişkinler hazırladık ve onlar bu ortamda yetişti. Zamanın çocuğu oldular. Her şeyi sorguluyorlar. Aslında bu iyi bir şey, bir arayışın işareti!

Gençlerin sorunları ve bize soruları var. Çocukluk taklit çağıdır. Çocuklar önce ebeveynlerini ve büyüklerini taklit ederler. Ama gençlik çağı, çocukluktan yetişkinliğe geçiş dönemi olduğu için, sorunludurlar, onlar her şeyi sorgularlar. Bu nedenle onların birey olarak anlayışa ve anlaşılmaya ihtiyaçları vardır. İlgiye ve değer verilmeye ihtiyaçları vardır.

Gençlerimiz şu an dijital çağın görsel ekran egemenliği altında, bu görsel ekran idrakinin sunduğu sanal âlemde yaşıyorlar. Daha çocuk çağında susturmak için ellerine emzik yerine cep telefonlarını vererek görsel içerikleri izleterek susturuyoruz. İyi kötü, doğru yanlış ayırt etmeden var olan bu kirli mecranın içinde gençler.

Burada sadece bilgi kirliliğine mi muhataplar? Maalesef bu mecrada anlamsız, gayesiz, lüzumsuz din yorumları ve tartışmalarından tutun da siyasi, ekonomik ve benzeri alanlarda sürekli, bir bilgi ve sonuç üretmeyen, lüzumsuz, ideolojik tartışmalar, onların zihninde bir bıkkınlık ve yorgunluk yaratıyor.

Bir de aileden başlayarak sokakta, okulda, iş yerinde karşılaştığı insanlar, idareci, yönetici, eğitimci, tüccar, esnaf, bilim insanı hatta toplum önderlerinin söyledikleri ile yaptıkları arasındaki çelişki, insani ve ahlaki değerlerden yoksunluk; gençleri din ve değerlerden soğutuyor, uzaklaştırıyor. Bu sebepleri çoğaltabiliriz. Mesela aslında gençler dinden uzaklaşmıyor, bizim din dilimiz gençlerden uzaklaşıyor. Bizim dindarlığımız ahlak üretmiyor. Akıl üzerinden rasyonalizmi, bilim üzerinden pozitivizmi eleştirirken, bunların da Yüce Yaratıcının varlığın özüne yerleştirdiği ilahi kanunlar olduğunu dikkate almıyoruz. Aslında gençler müspet değişime daha açıktırlar, çünkü yaş olarak fıtrata en yakın olanlar onlardır.

Esasen iyisi kötüsüyle bu günü biz inşa ettik, geleceği de onlar inşa edecekler. Bizden öncekiler bu vatanı bedel ödeyerek bize emanet ettiler. Biz yetişkinler olarak da bu tarihi mirası gençlerimize emanet edeceğiz. Ülkemiz ve dünya çok kutuplu yeni bir çağa giriyor. Çağı anlayan, tarihine ve milli değerlerine, vatanına milletine bağlı, çalışkan dürüst, zeki gençlerimizin hayata ve geleceğe hazırlanmasında, yetişmesinde vakfımızın bizlere yüklediği maddi manevi destek sorumluluğunu hakkıyla yerine getirme çabasındayız. Gayret bizden Tevfik Allah’tan!

Üçüncüsü Kültür ve Medeniyet:

Milli değerlerimiz üzerinden Kültürümüzün araştırılması yaşatılması amacını Medeniyet İnşası, Medeniyet tasavvuru kavramlarını çalışmalarımızın merkezine koymuş durumdayız. Son zamanlarda medeniyet inşa ve tasavvuru yaygın olarak kullanılmaya başladı. Bu iyi bir gelişme, ancak içini dolduracak ve toplum tarafından anlaşılıp benimsenecek düzeyde bir etki gücüne sahip değil.

Batı medeniyetinin bu gün, bütün dünyayı kuşatan küresel güç etkisi ve meydan okumaları karşısında, diğer medeniyetlerin hayattan çekildiği bir ortamda, böylesi son derece kapsamlı, ancak devlet politikasıyla hayat bulacak bir “medeniyet inşa” iddiası anlaşılmaya değer ve anlaşılması gereken bir durumdur. Zire bu kuru bir iddiadan ibaret hayal değildir. İman ve inanç sahibi bir mümine yakışan bir tutum olamaz.

Tarihte Müslümanlar Doğu ve Batı ile iki büyük saldırı ile karşı karşıya gelmişlerdir. Birincisi Moğol ve Haçlı saldırılarıdır. İkincisi ise Osmanlı’nın tarihten çekilmesine etki eden bir büyük saldırıdır. Halen de bu saldırıların askeri, siyasi, ekonomik, psikolojik, kültürel ve farklı boyutları ile devam ettiğinin canlı şahitleriyiz.

Birincisinde Müslümanlar askeri güç bakımından zayıftılar. Hatta parçalıydılar. Moğol ve Haçlı saldırıları Müslüman ülkelerin bütün varlıklarını tarumar etti. Büyük bir yıkım yaşandı.

Ancak Müslümanlar kendilerine olan sarsılmaz bir güven ve inanca sahiptiler. Türklerin İslam’ı kabul etmesiyle, özellikle askeri alanda yeni bir enerjiye sahip oldular. Kendi içlerinde fikri ihtilaflarla parçalı Müslümanları “Ehl-i Kıble Tekfir edilemez” ilkesiyle Ehl-i Sünnet şemsiyesi altında toplayarak birliklerini yeniden oluşturdular, Moğol ve Haçlı saldırılarını püskürttüler. Hatta bir yıl sonra Moğolların Müslüman olmasını sağladılar.

Müslümanlar bu asırlarda karşılaştıkları milletlerin kültür ve medeniyet unsurlarını da aldılar. Yunan klasikleri bile tercüme edildi. Bu kültürler İslam’ın süzgecinden geçirilerek, elde edilen birikim İslam’ın evrensel değerleri olarak insanlığa sunuldu. Müslüman Türklerin hâkimiyetinde Doğudan Batıya akan nehir, Anadolu İrfanı; Bağdat, Mısır, İstanbul, Endülüs ve Maveraünnehir gibi ilim merkezlerinden İslam Medeniyetini Batı’ya taşıdı, batıyı da etkiledi.

Ancak 18 Asırdan sonra Rönesans ve aydınlanma dönemi olarak tanımlanan, Batı’nın Felsefe, bilim, sanayi ve teknolojik alanda elde ettiği gelişmeyle sahip olduğu güçle yaptığı ikinci büyük saldırıya hazırlıksız yakalandık.

Bu ikinci karşılaşmada en büyük zaafımız kendimize olan güvenimizi kaybetmiş, inanç yönünden şüphe ve tereddüde düşmüş olmamızdır. Bu dönemde Osmanlı aydınları batının bu gelişmişlik karşısında askeri alanda yaşanan mağlubiyetler nedeniyle büyük bir aşağılık kompleksine kapılmıştı. Gerilemenin nedeni olarak, batıdaki anlayışa paralel olarak din yani İslam engel olarak görüldü. Batılı aydınlar ve Oryantalistlerin gözünden Hristiyanlık dini gibi İslâm’ın da üzerimizden çıkarılıp atılması gereken bil elbise gibi hayatımızdan kovulması gerektiğini savunan batıya âşık aydınlar türemişti.

Bir diğer yandan bu düşünceye karşı dini savunan aydınlar çıkmış ise de hem savunma düzeyinde kalmaları, pasif bir tutum izlemeleri, hem de yeni fikir, düşünce felsefe geliştirememiş, aktif bir pozisyon üretememiş olmaları nedeniyle etkili olamamışlardır.

Diğer bir hazırlıksız yakalandığımız husus, son dönemde Batının hayatımıza soktuğu dijital teknolojidir. Ve onun toplum üzerinde popüler kültür ve bilgi kirliliği yaratan sanal ve görsel egemenliğidir. Bu bizim için hazin bir durumdur.

En tehlikelisi ve önemlisi ise bu dijital teknoloji ile şimdi insanlığa karşı büyük bir saldırı vardır. Robotlar, yapay zekâ programları, beyinlerin içine yerleştirilmeye çalışılan ciplerden tutun da, genlerle oynamaya kadar insanlığın helâkını hazırlayacak büyük bir tehlike bizi beklemektedir. İnsan üzerinden yeni cinsiyet tanımları yapılmaktadır.

Bu ikinci karşılaşma ile batı Osmanlıyı tarih sahnesinden sildi. Müslümanlar merkezini kaybetmekle hem fiziken parçalandı, hem de zihnen. Fiilen işgal edemedikleri, kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan bir Türkiye var. Diğerleri fiilen ve zihnen köleleştirildi, sömürüldü, şimdi emperyalistlere direnmeye çalışıyorlar, ümitleri Türkiye’de. Maalesef bizi fiilen esir alamadılar ama zihnen köleleştirdiler, celladına âşık batı sevdalısı aydınlar vasıtasıyla.

Bilhassa Oryantalistlerin çalışmaları üzerinden Müslümanların zihinleri de parçalandı. Bu parçalı zihinler Osmanlıda; Batıcı, İslamcı, Türkçü, Gelenekçi, Modernist gibi gruplara ayrılarak, kendi aralarında tartışmalarla zaman harcadılar. Bu gün ise etnik köken, mezhep, meşrep ve ideolojik alt kimlikler üzerinden fikir ayrılıkları ile Müslümanlar, medeniyet içi çatışma dediğimiz, vekâlet savaşları ile kendi kendileri çatıştıkları bir çelişki ve dram yaşanmaktadır.

Batı uygarlığını ürettiği; demokrasi, insan hakları, özgürlük, hukukun üstünlüğü, hayvan hakları, çevre ve benzeri ürettiği değerler, bu gün Üstün İnsan Tasavvuru ile ortaya koymak istediği şeyin; sadece kendi çıkarı için aklı, bilimi, teknolojiyi, sermayeyi gücün bir aracı, emperyalist sömürünün istismar vasıtası haline gelmiştir. Bu batının vicdanını ve ahlakını kaybettiğinin, kendi medeniyetinin öldüğünün ilanıdır.

İslam âleminin yukarıda belirttiğimiz hali pür melali ortada iken, İslam bütün hakikatleri, tarihi mirası ile capcanlı durmaktadır. Özellikle Maveraünnehirden akıp gelen nehrin suladığı bu bereketli topraklarda var olan Anadolu İrfanı, hem insanlığın hem de İslam dünyasının yeniden varoluşunu sağlayacak niteliktedir. Bu medeniyetin mayalandığı topraklar hala en mümbit olanıdır.

İslâm gibi mutlak hakikati içinde barındıran evrensel tek dinin mensupları olarak; Kur’an gibi sahih bir kitap, Hz. Peygamber gibi insanlığa örnek bir peygamberin sünnetinin aydınlattığı yolda; dinle vahyi, dinle akıl ve bilimi birlikte anlam dünyamıza koyarak, hayatımızı yeniden inşa edebiliriz.

Medeniyet Akidenin ilkeleri üzerinden inşa edilir. Batı medeniyetinin insan tasavvuru ile İslam’ın insan tasavvuru taban tabana zıttır.

Elbette her medeniyetin bir insan tasavvuru vardır. Tasavvur edilen insan anlayışına göre hayat, eşya ve varlıklara bakışınız, hayat felsefeniz oluşur. Ekonominizi ona göre belirlersiniz, eğitiminizi ona göre yönlendirirsiniz, velhasıl insanlarla, tabiatla, diğer canlılarla ilişkileriniz insan tasavvurunuza göre şekillenir.

Bu nedenle bizim medeniyetimiz vahiy risalet temelli tevhit eksenlidir. Vahyin muhatabı insandır. Akide, ahlak temelli bir insan ve toplum inşa eder. Emin ve güvenilir adil bir insan ve toplumu hedefler, bu millettir. Milletlerin toplamından da ümmet hâsıl olur. Bu da bütün insanlığı kucaklayan medeniyettir.

Sonuç olarak; Vakıf çalışmalarımızın dayandığı dini, sosyal ve hukuki temeller bakımından ne kadar değerli bir çalışma olduğunu anlamaya ve anlamlandırmaya çalıştık. Vakıf medeniyetiyle, Medeniyetimizi İnşa Tasavvuru arasındaki bağlantıyı tarihi ve sosyal açıdan temellendirmeye çalıştık.

Sadece Yüce Allah’ın rızasını elde etme amacıyla, ihlas ve samimiyetle, Kur’an’ın zirve bir hedef olarak koyduğu “iyilik” merkezli yardım ve infak çalışmalarımızla, Medeniyet merkezli kültür, eğitim ve bilimsel yayın çalışmalarımızla, zor zamanlarda zoru başaracak gençlerin elinden tutarak yarınların özlenen neslini yetiştirme çabalarımızla hem bu dünyamızın ümranı hem de ebedi cennet yurdunun kapısını aralamak adına sorumluluğumuzu yerine getirdiğimize yürekten inanıyorum.

Çünkü bizim vakıf amacımızın konusu olan üç alan Peygamber Efendimizin insan öldükten sonra amel defterinin kapanmadığını müjdelediği amellerle örtüşür niteliktedir. Bunlardan birincisi “Sadaka-ı Cariye”; içinde hayırlı güzel işlerin yapıldığı, devamlı sevap kazandıran taşınmaz yatırımı, bağışı. İkincisi, İnsanların faydalandığı “İlim”; Anadolu AY Yayınları ile bu amacı gerçekleştirmiş oluyoruz. Üçüncüsü de geride “Hayırlı bir evlat bırakmak”; ben buna hem bireysel hem de toplumsal olarak geride “iyi bir nesil bırakmak” olarak anlıyorum. Gençlik çalışmalarımızı bu manada anlamlandırıyorum.  

Vakıf çalışmalarımızın içinde görev ve sorumluluk alan, maddi ve manevi destek ve katkıda bulunan vakıf dostu bütün kardeşlerimizi, Peygamberimizin bu müjdesine nail olan kullarından oluruz inşallah. İşte vakıf böyle değerli bir hizmetin vasıtasıdır.

Medeniyet tasavvuru düşünce ve ilkelerini çerçevesinde burada özetlediğimiz kavramlar etrafında on civarında başlık altında bu konuları bir kitapçıkla inşallah yakında açıklamaya çalışacağız. Beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür ederim. Saygılarımı sunarım. 28.10.2023

Av. Ali AY

Yüksek İstişare Kurulu Üyesi     

Not: Bu yazı 28 Ekim 2023 tarihinde Anadolu Eğitim Kültür ve Bilim Vakfında yapılan Seminerin metnidir. 

 

Yorum Ekle
Adınız :
Başlık :
Yorumunuz :

Dikkat! Suç teşkiledecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Ali Ay
YAZARIN ÖZGEÇMİŞİ

Burdur İğdeli Köyünde 1949 yılında doğdu. İlköğrenimini köyünde orta öğrenimini Burdur İmam Hatip Okulu ve Burdur Lisesinde tamamladı. Yüksek Öğrenimini Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsü (1975) ve Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde (1980) yaptı. Askerlik öncesi Kayseri-İncesu İmam Hatip lisesinde meslek dersleri öğretmeni ve müdür yardımcısı olarak görevde bulundu. Ağustos 1977-Aralık 1979 Tarihleri arasında Yedek Subay olarak askerlik hizmetini yerine getirdi. Askerlik dönüşü Ankara Koçhisar İmam-Hatip lisesinde (1979-80) bir yıl Meslek Dersleri öğretmeni, Kayseri Argıncık Lisesi Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni ve müdürü (1980-1984), daha sonra (1984-86) yıllarında Kadı Burhanettin Orta Okulu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni olarak görev yaptı.

1990 Yılında Ankara’ya taşındı.  Ankara Merkez Mimar Kemal Ortaokulu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni (1996-2001) olarak görev yaptı. 1984-1990 Arası Kayseri, 1990-2005 yılları arası Ankara barosuna kayıtlı Serbest Avukat olarak çalıştı. 2006-2007 Yıllarında iki yıl Adalet Bakanlığı, Bakanlık Müşaviri olarak görev yaptıktan sonra emekli oldu.

1990 Yılında kurulan Anadolu Eğitim Kültür ve Bilim Vakfının kuruluşundan itibaren Mütevelli Heyet üyeliği, Yönetim Kurulu Üyeliği ve Başkanlığı, Genel Müdürlük gibi görevlerde bulundu. Halen vakfın Yüksek İstişare Kurulu üyesi olup, çalışmalarını sürdürmektedir.

Evli ve İki Çocuk babasıdır

sanalbasin.com üyesidir

ANA HABER GAZETE
www.anahaberyorum.com
İşin Doğrusu Burada...
İLETİŞİM BİLGİLERİMİZ
BAĞLANTILAR
KISAYOLLAR
anahaberyorum@hotmail.com
0312 230 56 17
0312 230 56 18
Strazburg Caddesi No:44/10 Sıhhiye/Çankaya/ANKARA
Anadolu Eğitim Kültür ve Bilim Vakfı
Anadolu Ay Yayınları
Ayizi Dergisi
Aliya İzzetbegoviç'i
Tanıma ve Tanıtma Etkinlikleri
Ana Sayfa
Yazarlarımız
İletişim
Künye
Web TV
Fotoğraf Galerisi
© 2022    www.anahaberyorum.com          Tasarım ve Programlama: Dr.Murat Kaya