Rusya-Ukrayna savaşı ve bu savaştaki taraf alışlar, görünen çatışmanın belirli bir toprak parçası ve coğrafya ile sınırlı olmadığını, tarafların elindeki ileri teknoloji ürünü silahların da devreye girmesiyle her an küresel bir felakete doğru evirilebileceğini göstermektedir. Görünürde Karadeniz’in kuzeyinde meydana gelen olaylar ve gelişmeler Avrupa-Ortadoğu-Avrasya arasında köprü oluşturan, Montrö Anlaşmasıyla boğazlar üzerinde belirli bir hâkimiyete sahip Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor. Ekonomik yönden büyük ölçüde dışa bağımlı ülkemizin ABD ve Batı ile olduğu gibi, Rusya ve Ukrayna ile de güçlü iktisadi ve ticari bağlara sahip olması, ülkemiz açısından hadiseyi daha karmaşık, problemli ve kritik hale getirmektedir. Mevcut konjonktürel şartlar muvacehesinde küresel sisteme, global aktörlerin oluşumunda rol aldığı kuvvet merkezlerine ve karmaşık ilişkilerin mahiyetine vakıf olmadan hadiseleri değerlendirmek, isabetli kararlar almak ve doğru adımlar atmak mümkün gözükmüyor.
Her ne kadar fiiliyatta çatışmalar Rusya ve Ukrayna arasında gerçekleşiyor olsa bile, aslında bu savaşın ABD ve NATO Paktı’na dâhil Batılı ülkelerle Rusya arasında olduğu, Ukrayna’da olanların bu çatışmanın görünen yüzlerinden sadece birini oluşturduğu anlaşılmaktadır. İkinci Dünya harbinde olduğu gibi, günümüzde de ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve Rusya bu savaşın baş aktörleri durumundadır. Birinci ve İkinci Dünya Harbinden sonra stratejik ve teknolojik üstünlüğü ile dünya siyaseti ve ekonomisi üzerinde üstünlük ve etkinlik kazanan ABD’nin bu gelişmelerdeki oyun kuruculuğu kendisini hissettirmektedir. Ekseni ABD, Batı ülkeleri ile Rusya arasında gerçekleşen Avrasya üzerindeki hâkimiyet mücadelesi, araya birtakım durgunluk ve kesinti dönemleri girse bile farklı şekiller, stratejiler ve politikalar doğrultusunda varlığını devam ettirmektedir. Günümüzde ABD, Batılı müttefikleriyle beraber Avrasya üzerindeki hâkimiyet alanlarını geliştirme yolunda strateji ve politikalar geliştirirken, Rusya da çarlık döneminden devraldığı imparatorluk idealleri peşinde Sovyetler Birliği’ni tekrar oluşturup imparatorluğunu tesis ve tahkim etme yolunda ilerlemektedir.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bu mücadelenin ABD ve İngiltere başta olmak üzere Batılı devletler lehine geliştiği, Ukrayna başta olmak üzere Sovyetler Birliğine bağlı birçok bölgenin bağımsızlıklarını ilan ederek ayrı devletler halinde Batı sistemine dâhil olmak istedikleri hatırlanmalıdır. Soğuk savaş sözde bitmiş, onun yerine soğuk barış kaim olmuştur. Tek kutupluluğa evirilen bu konjonktürde ABD ve müttefiklerinin gerek Avrasya’da gerekse Ortadoğu’da Rusya aleyhine önemli stratejik hedeflere ulaştıkları, söz konusu coğrafyayı kendi politika ve hedeflerine göre yeniden dizayn etme sürecine girdikleri bir vakıadır. Kutuplaştırma, şeytanlaştırma ve düşmanlaştırma politikası üzerinden yürütülen küresel hâkimiyet mücadelesinde bu sefer “Yeşil Kuşak Projesi”nin bir sonucu olarak bir zamanlar Sovyetler Birliği ve Kızıl Çin’in yayılma stratejilerine engel oluşturması planlanan İslâm coğrafyası hedef tahtasına oturtulmuş, Samuel Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezi dünya gündemine oturmuştur. Bu gelişmenin hemen akabinde 11 Eylül hadisesinin meydana gelmiş olması oldukça anlamlıdır. Söz konusu süreç, İran Devrimi ile yükselişe geçen İslâmî hareketlerin ve devletlerin terörize edilerek coğrafyanın işgaline giden yolun taşlarının döşendiği bir zaman dilimi olmuştur. Bir zamanlar Rus işgaline karşı savaşan Afgan mücahitlerini Vehhabilik üzerinden radikalize edip silah gönderen ABD, bu sefer kendisi Afganistan’ın ve Irak’ın işgaline soyunmuştur. Kafkasya’da Rusya’ya karşı Çeçenistan’ın bağımsızlığı için savaşan Çeçen mücahitler, ABD, İngiltere ve Rusya ittifakıyla bertaraf edilmiş, Çeçenistan’da Rusya’ya bağlı kukla bir hükümet kurulmuştur. Söz konusu kukla hükümetin İslam’ı istismar ederek şu günlerde askerlerini Rusya’ya destek için Ukrayna’ya göndermesi, Çeçenistan müftüsünün İslâm’ı kullanarak bu icraata onay veren fetvası tam bir soytarılık örneği! Arap Baharı’nın devreye girmesiyle benzer oyun Suriye’de de sergilenmiş, silah verilerek militarize edilen ve hükümetle çatıştırılan İhvan-ı Müslimin hareketi Rusya’nın Esed’e destek için devreye girmesi ve ABD ve Batı dünyasının da Esed karşısında pasif kalmasıyla bir şekilde bertaraf edilmiştir. Bu süreçte Irak ve Suriye coğrafyasının muhalifler, IŞİD, DAİŞ, Esed ve PYD üzerinden çatışmaya sürüklenerek coğrafyanın yeniden dizayn edilmesine şahit olduk. Afganistan ve Irak işgalinde batağa saplanan ve bu tecrübeden ders alan ABD ve müttefiklerinin Orta Doğu ve Avrasya’daki yeni stratejisinin, mümkün mertebe kendi askeri güçlerini devreye sokmadan toplumsal kırılmaları ve fay hatlarını harekete geçirerek bölgedeki farklı hareket ve oluşumları kontrol edip birbirleriyle çatıştırmak şeklinde olduğu gözükmektedir.
ABD ve Batılı müttefikleri ile Rusya arasındaki zihniyet, coğrafya, kültür ve medeniyet tasavvuru, politika ve strateji farklılığı süreklilik arz etmektedir. Coğrafyanın kader olması bu bağlama oturmaktadır. Rusya’nın Batı’ya ve kapitalizme yaklaşım göstermesi bu farklılıkları ortadan kaldırmamaktadır. Coğrafi konumların farklılığına ilaveten, dini ve kültürel açıdan da Latin Batı ile Ortodoks Rusya aynı yerde buluşamıyorlar! Samuel Huntington’un bu noktaya işaret ediyor olması anlamsız ve önemsiz değildir.[1] Rusya, Batı için hep doğudur ve doğu olarak kalacaktır. Dolayısı ile zaman zaman yumuşamalar ve yakınlaşmalar olsa bile, iki taraf arasındaki rekabete dayalı üstünlük ve çıkar mücadelesi hiçbir zaman son bulmayacak gibi gözükmektedir. Yeraltı ve yerüstü kaynak ve zenginlikleriyle Ukrayna, Karadeniz’e hâkim olmak, sıcak denizlere açılmak isteyen Rusya için stratejik yönden hayati öneme sahiptir. Ukrayna aynı zamanda hem zengin kaynakları hem de jeopolitik konumu itibariyle Rusya için olduğu kadar, Avrasya üzerinde etkinlik kurmak isteyen ABD ve Batılı müttefikleri için de coğrafi ve stratejik öneme sahip bir yerdir.
Yaklaşık son bir aydır Rusya-Ukrayna çatışması bağlamında meydana gelen olaylar ve gelişmeler Ukrayna’nın global aktörlerin bilek güreşine tutuştukları, özellikle Rusya’nın askeri gücünün ve silah teknolojisinin test edildiği bir yer olduğu görünümünü vermektedir. Bu olayda Rusya, sahip olduğu silah teknolojisi ve devasa ordusuyla Ukrayna’yı işgale yönelik gerçekleştirdiği saldırıda tamamen meşruiyetini kaybetmiş, başta ABD ve müttefikleri olmak üzere dünyanın çoğunluğunu karşısına almıştır. Putin yönetimindeki Rusya, Kırım’ı işgal ettiği gibi Ukrayna’yı da aynı şekilde kaba kuvvet kullanarak işgal edeceğini planlamış olmalıdır. Rusya’nın genişleme stratejisinin, Eski Roma’da, Moğol istilasında ve Hitler Almanya’sında olduğu gibi büyük ölçüde silah gücüne, ordusuna ve fiziki anlamda toprak işgaline oturduğu gözükmektedir.
Putin ve danışmanlarının küresel sistemi, ABD ve müttefiklerinin güç ve etkinliğini yeterince anlayamadıkları, Çarlık Rusya’sı ve Sovyetler Birliğinden miras politika ve stratejilerle hareket etmekte oldukları anlaşılmaktadır. Hâlbuki ABD, Rusya’ya ve Avrasya’ya yönelik stratejisinde yalnız olmayıp hep müttefikleriyle beraber hareket etmekte, samimi olmayıp çifte standartlı bile olsa, mümkün mertebe meşruiyet sınırlarını gözetmekte, dünya kamuoyunu yanına almaktadır. “Amerika’nın küresel gücü, Amerika’nın kendi iç deneyimini yansıtan, kendisinin tasarladığı, diğerlerinden farklı bir küresel sistemle uygulanmaktadır.”[2] ABD, devasa askeri gücüyle, silah teknolojisiyle Türkiye dâhil birçok ülkede konuşlandırdığı üstleriyle, dünya denizlerine ve okyanuslarına hâkimiyetiyle, üretime, sanayi ve bilime dayalı güçlü ekonomisiyle; dolara, altına, bankalara ve borsalara olan hâkimiyetiyle, yine Birleşmiş Milletler, IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşlar üzerindeki belirleyici etkisiyle küresel sistem üzerinde küçümsenemeyecek bir egemenliğe sahip gözükmektedir. ABD’nin küresel gücü tek başına uygulamak yerine paydaşlarıyla beraber sürdürmesi, stratejik plan ve hedeflerinin müttefikler ve koalisyonlar sistemiyle desteklenmesi, BM’deki ve Atlantik Paktı’ndaki belirleyiciliği, Avrupa, Ortadoğu ve Avrasya ile kurduğu güçlü bağlar onun etkinliğini artırmaktadır. Bütün bunlara ilaveten ABD’nin bilim, üretim ve enformasyon üzerine olan hâkimiyeti, filmleriyle, medya organlarıyla, eğitimi ve müziği ile küresel kültürünün dünya gençliği üzerinde oluşturduğu cazibe, yine çifte standartlı da olsa demokratik değerleri, insan hak ve hürriyetlerini, özgürlükleri ve hukukun üstünlüğünü öne çıkarması küresel hâkimiyetini güçlendirmektedir.[3] İlkesel anlamda demokrasinin ve hukukun üstünlüğünün olmadığı, Putin gibi liderlerin mutlak yetkiye sahip olduğu, insan hakları ihlalleriyle malul otokrat devlet yapılanmaları hiçbir cazibe oluşturmadığı gibi insanlık için hayırlı bir gelecek de vadetmiyor! İnsanların bu ülkelerden Batı’ya kaçıp oralara sığınması boş ve anlamsız değildir. Rusya’nın, Ukrayna’da bazı toprak işgalleri gerçekleştirse bile, hâlihazırda uygulanan ve gelecekte uygulanacak yaptırımlar karşısında bu işten zararlı çıkacağı anlaşılabilir bir durumdur.
ABD ve Batılı devletlerin olay karşısında takındıkları tavır, aslında bu savaşın onlarla Rusya arasında cereyan etmekte olduğu, Rusya’nın genişleme stratejisi karşısında onu engelleyip sınırlandıracak, geriletecek uzun vadeli yaptırımların devreye sokulmak istendiği ve bunların kararlarının bu çatışmadan çok daha önceden verilmiş olduğu şüphelerini kuvvetlendiriyor. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı, bu karar ve yaptırımlara meşruiyet kazandırmış oluyor. Bu saldırının kendisi hiçbir meşruiyet temeline dayanmadığı halde, ABD ve müttefikleri için Rusya’ya karşı söz konusu yaptırımları devreye sokma noktasında meşruiyet zemini oluşturmakta, ABD inisiyatifindeki Atlantik Paktı’nın güçlenmesine vesile olmaktadır. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısının başlangıcından itibaren ortaya çıkan gelişmeler, ABD ve pakta dâhil devletler tarafından her ne kadar Ukrayna’ya silah, teçhizat vb. yardımlar yapılıyor olsa bile, Rusya’yı saldırısından ve işgalden caydıracak bir görünüm arz etmiyor. Yapılan yardımların Ukrayna’nın beklentilerini karşılamayacak düzeyde olduğu anlaşılıyor. NATO’nun savaşa taraftar olmayacağı ve Ukrayna’nın taleplerinin aksine hava sahasının kapatılmasına onay vermeyeceğine dair yapılan açıklamalar, kamuoyunda Ukrayna’nın işgaline pirim veriliyor gibi bir imajı da oluşturmuştur.
Orta Doğu’da işgal ettiği Jeopolitik ve stratejik konumuyla Türkiye Batı ile Doğu arasında merkezi bir noktada bulunması ve tampon oluşturmasıyla; boğazlar üzerindeki hakimiyetiyle, NATO’ya dâhil olması ve Avrupa Birliği’ne üye olma çabalarıyla ABD ve Batılı devletler için vazgeçilemez bir ülke durumundadır. Türkiye’nin Batı ile olduğu kadar Orta Doğu ülkeleri, Rusya ve diğer Avrasya ülkeleri ile de politik, kültürel ve ticari yönlerden yakın ilişkileri vardır. Türkiye’nin konumu itibariyle içeride ve dışarıda izleyeceği politika ve stratejilerde meşruiyeti gözetmesi, denge siyasetini yürütmesi, uzlaşma ve barıştan yana tavır alması, arabuluculuk yapması, ittifaklar içerisinde hareket etmesi kendi istikrarı ve güvenliği açısından büyük önem arz etmektedir. Gelinen noktada artık tarım, hayvancılık, sanayi ve bilim alanlarında ülkeyi dışa bağımlılıktan kurtaracak üretime yönelik ciddi adımların atılması icap etmektedir. Uzun yıllardan beri uygulanan tarım politikalarının yanlışlığı ortadadır. Diğer taraftan reel politika açısından ABD ve Avrupa ittifakı içerisinde bulunan Türkiye, kültür ve medeniyetinin temel referans ve değerlerinden, insanlığın üzerinde ittifak ettiği evrensel prensiplerden hareketle demokrasiye sahip çıkarak onu geliştirmek, hukukun üstünlüğünü, dürüstlüğü ve adaleti esas alan bir yönetim anlayışını hayata geçirmek, siyasetini ahlaki ilkeler üzerine inşa etmek, yönetimde yanlışlık ve yolsuzluklara pirim vermemek durumundadır. Bunlar yüce dinimiz İslâm’ın da öne çıkardığı prensiplerdir. Milletin birlik beraberliğinin, maddi ve kültürel zenginliklerinin korunup geliştirilmesi; siyaset ve idarede her türlü ayrıştırmadan, bölücülükten ve düşmanlaştırmadan uzak durulması, zenginlik ve nimetlerin adil bir şekilde toplum tabanına yaygınlaştırılarak paylaşılması geleceğimizin teminatıdır.
[1] bk. Samuel P. Huntington, Medeniyetler Çatışması mı? Çeviren: Mustafa Çalık, Medeniyetler Çatışması, Derleyen: Murat Yılmaz, Vadi Yayınları, Ankara 1995, 21-22, 32-33, 35-36.
[2] Zbigniev Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası, çev. Yelda Türedi, İnkılâp Yayınları, İstanbul 2019, 43.
[3] bk. Zbigniev Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası, 40-50.