Prof. Dr. Talip Özdeş
Ülkemiz, yönetim konusunda bir taraftan kökleri İslam öncesi döneme uzanan, Türk, Arap, Fars ve Bizans tecrübeleriyle şekillenen bir geleneğin; diğer taraftan son iki yüz yıl boyunca Batı dünyasında ortaya çıkan fikri, felsefi ve siyasi gelişmelerin ciddi derecede etkilediği bir coğrafyada yer almaktadır. Büyük çoğunluğunu Müslüman halkın oluşturduğu ülkemizde, milletin egemenliğine dayalı yönetim şeklini ifade eden Arapça orijinli “cumhuriyet” kavramı etrafında çok farklı yorumlar yapılsa bile, cumhuriyetin Müslüman toplumun büyük çoğunluğu tarafından benimsendiği bir vakıadır. Cumhuriyet, yönetimin belirli bir kişi, hanedan veya sınıf tarafından değil, toplumun seçim yoluyla kendi içinden çıkardığı temsilci veya temsilciler tarafından gerçekleştirilmesini ilke edinir. İslam tarihinin ilk döneminde Hz. Peygamber’in 632 yılında Medine’de vefatının hemen akabinde gerçekleştirilen halife (devlet başkanlığı) seçimi ve seçimle gelen halifeler tarafından ortaya konulan yönetim tarzı, bütün eksikliklerine rağmen cumhuriyet modeline uygundur. Ancak söz konusu dönem kabilecilik, saltanat mücadelesi ve birtakım faktörlerin etkisiyle kurumsallaşamamıştır. Buna rağmen Müslüman toplumların bilincinde, Dört Halife döneminde gerçekleşen söz konusu yönetim modelinin müstesna ve saygın bir yeri vardır.
Etimolojik olarak Grek kökenli “demokrasi” kavramına gelince, İslami geleneğe mensup toplumda onun hakkında doku uyuşmazlıklarının, kavram kargaşalarının, farklı algı ve yorumların ortaya çıkması normal bir durumdur. Çünkü demokrasinin, Batı toplumlarının tarihi gelişimi, sosyo-kültürel, ekonomik ve politik şartları içerisinde teşekkül etmiş bir yönetim biçimi olarak kendine özgü felsefi bir altyapısı, üzerine dayandığı bir zihniyet vardır. Cumhuriyet ve demokrasi kavramlarının birbirleriyle ayrılmaz bir bütün oldukları konusunda genel bir kabul olmakla beraber, her cumhuriyetin mutlaka demokratik olduğu söylenemez. Demokrasi, hukukun üstünlüğünü, temel hak ve özgürlüklerin korunmasını gerektirir. Çoğunluğun haklarının yanında, adalet ve eşitlik ilkeleri üzerinden muhalif veya azınlık olanların da haklarının gözetilmesini gerektirir. Halkın iradesini ve egemenliğini esas alan bir yönetim biçimi olarak tanımlanmakta olan demokrasinin, ilk defa M.Ö. VIII. yüzyılda Atina tüccarlarının halkın çeşitli kesimleriyle birleşerek toprak soylularına başkaldırmaları sonucu yönetime hak kazanmaları ile gerçekleştiği bilgisine sahibiz. Ancak o toplumda mal hükmünde görülen kölelerin yönetime katılımlarının söz konusu olmadığı, herkesin eşit haklara sahip olmadığı da bilinmektedir.
Tarihe bakıldığında, geçmişten günümüze her yerde aynı şekilde uygulanan tek bir cumhuriyetin veya demokrasinin olduğunu söylemek mümkün değildir. Yani cumhuriyet ve demokrasi, onu uyguladığını iddia eden toplumların sosyo-politik, ekonomik ve kültürel yapılarına, o toplumlardaki hâkim zihniyetlere ve geleneklere göre şekil almaktadır. Sanayi toplumlarının zihniyet formatlarına göre tanımlanmış olan “egemenlik” konusu ve bununla ilgili birçok kurum zamanla dönüşümlere uğramakta ve yeni anlamlar kazanmaktadır. Mesela insan hakları, temel hürriyetler, hukukun üstünlüğü gibi pek çok konular ve bu çerçevedeki sorunlar, artık devletlerin kendi “iç işi” olmaktan çıkarak evrenselleşmektedir.
Despotik rejimlere alternatif olarak gelişmiş bir yönetim biçimi olarak kabul edilen demokrasi ile ideal manada kişi veya sınıf egemenliğine karşı siyasal bakımdan tam bir eşitlik içerisinde bütün vatandaşların yönetime katılımları amaçlanmaktadır. Ancak buna rağmen, toplumda güç vasıtalarını elinde bulunduran zümrelerin birtakım yollarla geniş kitlelerin fikri ve politik eğilimlerini yönlendirerek demokrasiyi kendi istek ve çıkarları doğrultusunda şekillendirmeleri bir problem olarak devam etmektedir. Bu bakımdan günümüzde sermayeyi ilahlaştıran ve hedefine ulaşmak için her şeyi araçsallaştıran kapitalizmin egemen olduğu bir dünyada ideal manada bir demokrasinin gerçekleşmesini beklemek ütopya olur. Her şeyin değerinin para ve güçle ölçüldüğü, ahlâki değerlerin çürüdüğü, cehaletin egemen olduğu, siyaset, ekonomi ve hukuk alanlarında ilkeselliğin yerini keyfiliğin doldurduğu kokuşmuş toplumlarda demokrasi iddiası slogan olmanın dışında ne kıymet ifade eder!
Demokrasinin biri içsel, diğeri biçimsel iki boyutundan bahsedilebilir. Onun içsel boyutunu bireysel hak ve özgürlükler, hukukun üstünlüğü, kanun önünde eşitlik ve fırsat eşitliği oluşturur. Demokraside bu içsel değerlerin sağlanması ve korunması için cumhuriyet modeli ile bütünleşen biçimsel şartlar geliştirilmiştir.[1] Ancak, temel hak ve hürriyetlerden yoksun, eşitlik ve adaletin olmadığı biçimsel bir demokrasi, sadece şekil şartını gerçekleştirmekle kendisinden bekleneni yerine getirmiş olabilir mi? Egemenliğin saltanat ailesinden halkın temsilcilerine geçmesi, iktidarı kullanan temsilcilerin kontrol edilebilmeleri ve belli periyotlarla halkın önüne çıkıp hesap vermeleri şüphesiz insanlığın gelişimi için büyük bir ilerlemedir. Birey merkezli değil de ilke merkezli kurumsallaşmış demokrasilerin uygulandığı ülkelerin siyaset, ekonomi, hukuk, bilim ve teknoloji alanlarında oldukça gelişmiş durumda olmaları, diğerlerine nispeten istikrarlı bir yapıya sahip olmaları anlamsız değildir. Ülkemizin demokrasiyle çağı yakalaması, ancak kendi özüne ve kimliğini oluşturan değerlerine yabancılaşmaksızın siyaset, ekonomi, hukuk, eğitim ve bilim alanlarında sürekliliği sağlayan ilkelerden kopmadan ortaya çıkan değişim ve gelişmelere ayak uydurmakla mümkün olabilir.
19. Yüzyıldan itibaren Batı medeniyeti karşısında mağlubiyet psikolojisi yaşayan İslam ülkelerinde Batı’yı her şeyi ile referans alan bir zihniyetin ortaya çıkmasına karşın Batı’nın sömürgeci politikalarına ve onların yerli uzantılarına karşı top yekûn tavır alışların, tepkilerin ve mücadelelerin ortaya çıkmış olması anlaşılmaz bir durum değildir. Batı kültürü ve tarihindeki din-bilim, din-siyaset çatışmasının, bu çatışmanın tarihi seyri ile ortaya çıkardığı sonuçların Batı merkezci bir genelleme yolu ile İslâm kültürü ve tarihine yansıtılması ve bu bağlamda dini ve milli kültüre karşı tavır alınması yanlış olmuştur. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren siyasi erki elinde bulunduranların ideolojik bir yaklaşımla Batılı değerlerin hamiliğine soyunmaları, böylece kendi tarihlerine, dinlerine, kültür ve geleneklerine yabancılaşmaları, halkı dışlayarak muhafazakâr kesimleri baskı altına almaları, onlara karşı duyulan nefret ve karşıtlığı artırmıştır. Cumhuru aşağılayıp dışlayan bir cumhuriyet anlayışı, yönetimde demokratik değerleri ve hukuku hiçe sayan despotik devrim ve laikçilik dayatmaları, demokrasiye yapılan darbeler konuların akıl ve bilim zemininde ele alınıp değerlendirilmesini oldukça güçleştirmiştir. Kendi ideolojik dayatmaları için cumhuriyeti ve demokrasiyi araçsallaştıranlar, en büyük zararı yine cumhuriyetin ve demokrasinin kendisine vermişlerdir. Bütün bu menfi durumlar karşısında özellikle İslâmî geleneklere bağlılıkları öne çıkan Türkiye toplumunun muhafazakâr kesimlerinde Batı’ya karşı oluş, duygusal boyutu ağır basan bir tepkiye dönüşmüştür. Söz konusu tepkisel duruş bir taraftan geçmiş tarihi kutsallaştırırken, yönetimde Dört Halife döneminin hile ve entrikalarla sonlandırılmasını takiben teşekkül ederek neredeyse İslâm dünyasındaki bütün yönetimler için model oluşturan saltanat/sultanlık geleneğini referans alırken, diğer taraftan Batı’yı neredeyse her şeyi ile reddetme noktasına doğru evrilmiştir. Cumhuriyet ve demokrasi de bu tepkisellikten nasibini almıştır. Şüphesiz İran devrimi ve Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra Orta Doğu ve Arap dünyasından yapılan siyasi içerikli tercüme faaliyetleri de birtakım muhafazakârların zihin kodlarının belirlenmesinde önemli derecede etkin olmuştur.
Demokrasinin İslâm’la uyuşup uyuşmayacağı konusunda gerek her şeyi ile Batı’yı referans alanların gerekse başta bulunan lidere mutlak itaate dayalı babadan oğula/yakına intikal eden saltanat geleneğini referans alan bir takım muhafazakâr veya Selefi görüşlere sahip olanların tıkandıkları en önemli noktalardan biri “Allah’ın veya milletin egemenliği” konusudur. Birinciler, İslâm itikadına göre Allah’ın her şeye egemen (yer ve göklerde hükümran) olduğuna iman edilmesinin milletin/halkın egemenliğini esas alan demokrasi ile uzlaşamayacağını; bu inancın olduğu yerde demokrasiye yer olmadığını iddia ederlerken; ikinciler Grek kökenli demokrasinin İslâm’ın tevhit inancı ile bağdaşmasının mümkün olmadığını, milletin egemenliğine dayalı demokrasiyi benimsemenin Allah’ın egemenliğine zıtlık oluşturarak O’na şirk koşmak anlamına geldiğini iddia etmektedirler. Her iki yaklaşımın da içerisine düştükleri yanlışlık, mahiyetleri birbirinden tamamen farklı iki konunun son derece spekülatif bir yolla karşı karşıya getirilerek birbirine alternatif kılınmasıdır. Söz konusu her iki yaklaşıma göre Allah’ın egemenliğinin kabul edildiği yerde milletin egemenliğine, milletin egemenliğinin esas alındığı yerde ise Allah’ın egemenliğine yer olmadığı peşinen kabul edilmelidir(!) Hâlbuki Allah’ın egemenliği konusu ontolojik bir mahiyete sahip iken, insanın egemenliği siyasi bir konudur. İslâm’a göre evreni ve insan dâhil içindekileri yaratan Allah ontolojik anlamda mutlak egemenliğin sahibidir. İnsanların Allah’a iman edip etmemeleri, şöyle veya böyle yönetim sistemleri oluşturmaları, kendilerince birtakım kararlar alıp onları uygulamaları, yeryüzünde (belirli bir müddet) hâkimiyet kurmaları hiçbir şekilde Allah’ın mutlak egemenliğini ortadan kaldıramaz! İnsan ve toplumların Allah'ın onlara bahşettiği irade gücüyle Allah’ın rızasına uygun olmayan bir yönelim ve hayat tarzı içerisine girmeleri de onları Allah’ın mutlak egemenliğinin dışına çıkaramaz. İnsan her halükârda yaptıklarının sonuçlarıyla yüzleşmek durumunda kalacaktır. Allah’ın insan ve toplumlar için koyduğu yasalar (sünnetullah) içerisinde şekillenen tarih de Allah’tan bağımsız değildir. Bütün bir yaratılış ve evren her an Allah’ın tasarrufu altında O’nun sonsuz ilim ve kudretiyle kuşatılmıştır. Dönüş ise ancak Allah’adır! Allah, mülkün ve Yargı Günü’nün yegâne sahibidir.
Bir yönetim şekli olan demokrasiyi, Allah'ın mutlak egemenliğine bir başkaldırı veya şirk olarak algılayıp, yönetim konusunda beşeriyetin çağlar boyu büyük faturalar ödeyerek almış olduğu yolu ve birikimi değersiz saymak tutarlı değildir. Yine "demokrasi"ye ideolojik anlamlar yükleyip onu bütün dünya görüşünün temeline oturttuktan sonra, Allah'ın mutlak egemenliğini esas alan İslâmiyet'in demokrasinin gerçekleşmesine engel olduğu, İslâmiyet'te toplumun iradesine ve halkın egemenliğine yer olmadığı gibi bir iddiada bulunmanın da hiçbir tutarlı zemini yoktur. Çünkü bu şekildeki bir kıyaslama bizi, benzer bir şekilde, Allah’ın ilim sahibi olması ile insanın ilim sahibi olmasının birbirini nakzetmesini gerektireceği; insanın bilgi/ilim sahibi olmasının kabulünün Allah'ın "sonsuz ilim" sahibi olmasına bir karşı çıkış ve şirk olacağı veya Allah'ın ilminin mutlak ve sınırsız olduğuna iman etmenin insanın ilim sahibi olmasına engel olacağı gibi garip bir sonuca götürebilir. Hâlbuki çatışmaya neden olan böyle bir konuda doğru olan yaklaşım, biri ontolojik (Allah'ın mutlak egemenliği veya ilmi), diğeri siyasî-aklî (insanın egemenliği veya bilgi sahibi olması) iki kavramdan her birinin, kendi boyut ve bağlamı içerisinde ele alınarak değerlendirilmesidir. Mutlak ilim sahibi olan Allah, yüce kitabında insanı evren, kendisi, olgu ve olaylar hakkında tefekkür edip araştırmaya ve ilim sahibi olmaya teşvik etmektedir. İlim sahibi olması için insanı akıl sahibi kılan, onu yeteneklerle donatan Allah değil mi? Allah’ın ilmi mutlak, insanın Allah’ın kendisine bahşettiği akıl ve yetenekleriyle ilim sahibi olması ise sınırlı ve izafi bir durumdur. Aynı şekilde Allah’ın egemenliği mutlak, insanın egemenliği ise Allah’ın yarattığı sınırlar ve kanunlar içerisinde izafidir. İnsanlık tarihi nice egemenliklerin ihtişamına ve çöküşüne şahittir. Adaletin mülkün temeli olması bu bağlamdadır.
İnsana hidayet için indirilen İslâm dininin temel kaynağı Kur’an, insan ve toplumların dünya ve ahiret mutluluğu için gerekli en temel ilke ve prensipleri içermektedir. İtikat, ibadet, ahlak, muamelat ve hukuk alanlarındaki bu prensip ve hükümlerin çoğu evrensel mahiyettedir. Kur’an’da sistematik anlamda bir tarih, coğrafya, fizik, kimya vb. bilimleri ve onlara ait terminolojileri bulamayacağımız gibi; sistematik anlamda bir siyaset, iktisat veya hukuk sistemini de bulamayız. Allah, bilim yapma ve sistem oluşturma sorumluluğunu insan aklına ve tecrübesine yüklemiştir. Kur’an’da siyasal bir sistem yoktur ama adalet başta olmak üzere siyasal sistemin üzerine oturtulacağı en temel ilkeler ve prensipler mevcuttur. Bu ilkelerden hareketle sistem kurma ve sistemi işletip geliştirme işi insana ve topluma ait bir sorumluluktur. Nitekim Kur’an’a göre insanın yeryüzünde halife olarak yaratılması[2] insanın bu sorumluluğuna ve izafi egemenliğine işaret etmiyor mu? Yine Allah Kur’an’da emanetlerin ehillerine verilmesini, hükmedince adaletle hükmedilmesini emrederken[3] insana ve topluma egemenlik hakkı vermiyor mu? Yönetim konusunda iradesi ve kontrolü olmayan, yönetim işinden dışlanan bir toplum/halk/millet emaneti (yönetim erkini) nasıl ehline verebilsin? Mutlak itaatin ancak Allah’a olacağını tevhit inancının merkezine koyan, yönetim konusunda insana ve topluma sorumluluklar yükleyen Kur’anî ilkeler içerisinden konuya bakınca, yönetimde toplumun iradesini dışlayan, millete kontrol hakkı vermeyen, baştaki lidere mutlak itaati esas edinen bütün sultanlık ve hanedanlık sistemleri sorunlu gözükmüyor mu? Söz konusu sistemlere hilafet kıyafetinin giydirilmiş olması temel problemi ortadan kaldırmaz.
[1] Geniş değerlendirme için bkz. Yasin Aktay, “Sınırına Sığmayan Demokrasi ve İslâm”, islâmiyât, C. II, Sayı 2, Nisan-Haziran 1999, s. 39-52; Ömer Çaha, “İslâm ve Demokrasi”, İslâmiyât, C. II, Sayı 2, Nisan-Haziran 1999, s. 53-76; Ali Bardakoğlu, “İslâm ve Demokrasi Üzerine”, İslâmiyât, C. II, Sayı 2, Nisan-Haziran 1999, s. 77-84; Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisi, C. I, İstanbul 1976, s. 287-288.