Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ
Siyaset ve politikanın neredeyse bütün işlerin merkezine oturduğu, bu bağlamda birçok şeyin siyasetin aracı haline getirildiği bir ülkede yaşamaktayız. Bu durum, siyasetin bizatihi kendisinin amaç haline getirilmesinin doğal bir sonucu olmalıdır! Yani amaçla araç yer değiştirmiş oluyor! Siyasetin bu kadar merkezi konumda olması, insanımızın ve neredeyse bütün toplum kesimlerinin aşırı siyasallaşmasını ve kendi üzerine düşenleri yapmaksızın hemen her şeyin çözümünü siyasetten beklemesini de beraberinde getirmektedir. Devlet ve millet açısından siyasetin önemi inkâr edilemez; ancak her şey siyasetten ibaret de değildir. Mesleği ve konumu ne olursa olsun, herkesin önce kendi görev ve sorumluluğunu doğruluk, hakkaniyet ve emanete riayet bilinciyle yapması işin özüdür. Kendileri doğruluk ve istikamet üzerinde olmayanların, sorumluluklarını yerine getirmeyenlerin bunları başkalarından istemeye hakları olamaz! Yani yaşamakta olduğumuz problemlerin çoğu insan kalitesiyle ilgili gözükmektedir.
Yönetimde demokrasiyi esas aldığını iddia eden ve bunu anayasasına yerleştiren sistemlerde meşru siyaset, anayasaya uygun şekilde teşkilatlanan yasal partilerle yapılır. Yani hedefleri, plan ve programları birbirinden farklı siyasi partilerin olması, bu partilerin yönetime talip olmaları ve bu bağlamda seçim yarışına katılmaları işin doğası gereğidir. Buna saygı duymak gerekir. Eğer herhangi bir siyasi yapılanma amaç ve hedefleri itibariyle anayasada belirlenen çerçevenin dışına çıkıyorsa, meşru olmayan talepleri için siyaseti araç olarak kullanıp demokratik sistemin boşluklarını ve zayıf noktalarını istismar ediyorsa, o zaman bu problemin hukuk zemininde çözülmesi, bu tip yapılanmalara müsaade edilmemesi gerekir. Çünkü ülkemizin bağımsızlığının, birlik ve bütünlüğünün korunması; ülkemize yönelik global plan ve stratejilerin boşa çıkarılması her türlü günlük siyasetin ve çıkar mücadelesinin üzerindedir. Vatana ve millete yönelik tehdit ve kuşatmalar karşısında iktidar ve muhalefetiyle yekvücut bir duruşun sergilenmesi ve bu konularda yönetime yardımcı olunması milli ve tarihi bir sorumluluktur.
Mevcut yasalar çerçevesinde partilerin olması, kaçınılmaz olarak söz konusu partiler arasında bir rekabetin ve yarışın olmasını da gerektirmektedir. Ancak partiler arasındaki bu rekabetin belirli sınırlar içerisinde kalması ve düşmanlığa dönüştürülmemesi sağlıklı bir demokratik yapının istikrar içerisinde işletilip sürdürülebilmesi için önemlidir. Demokratik ortamda seçim yapılır, milletin kararı sonucu belirler! Milletin ortak aklına ve değerlerine, çıkarlarına, tarihi ve kültürel birikimine ters düşen siyasi yapılanmaların başarısızlıkla yüzleşmeleri mukadderdir. Bu noktada milletin ortak aklına ve sağduyusuna güvenmek gerekir. Buradan hareketle, bütün ideolojik, fikri, dini, mezhebi, etnik farklılıklara rağmen İslami değerlerin büyük ölçüde kültürü belirlediği, birlik ve beraberliğin çimentosunu oluşturduğu bir toplumda, partiler arasındaki siyaset ve seçim yarışının savaş stratejisine ve düşmanlığa oturtulması doğru olmaz. Bu bakımdan yüce dinimizin temel kaynağı Kur’an’da “iyilikte yarışmanın” emredilmesi[1] son derece anlamlıdır. Buna göre partiler arasındaki rekabetin meşruiyeti, seçim yarışının da büyük ölçüde ahlâki ve hukuki kurallar içerisinde yürütülmesiyle bağlantılıdır. Yani böyle bir rekabette siyasi partilerin, aralarındaki seçim yarışını tutarlı hedefler, planlar ve projeler üzerinden yürütmek yerine yalan, iftira, karalama ve dezenformasyon üzerinden yürütmeye çalışmaları, ahlâkın, hukukun ve demokrasinin özüne aykırı olacağı gibi, milletin birlik ve beraberliğine de büyük zararlar verir.
İlke merkezli değil de nesne merkezli, kişilere endeksli siyaset anlayışlarının kutuplaştırıcı ve kamplaştırıcı slogan ve söylemlerle gündeme damgasını vurması, söz konusu anlayışın doğasına uygundur. Bunun sonucu bütün toplumu kuşatan taraf alışların, kesin çizgilerle birbirinden ayrılan uzlaşmaz tutumların, iyi ve kötüyü birbirine karıştıran karşıt söylemlerin, doğru yapılan işler karşısında bile sergilenen kesin muhalif tavırların, haksız itham ve karalamaların siyasetçiyi ve toplumu esir almasıdır. Geniş kitlelere ve tabana yansıması mukadder bu tip söylemlerin ve tavır alışların, siyaset başta olmak üzere ekonomi, hukuk, eğitim vb. alanlarda toplumun kolektif bilincine zarar vermesi, toplumsal bağları zayıflatması, geleceğe güvensizlik duygusunu artırması ve böylece istikrarsızlıkların oluşumunu tetiklemesi kaçınılmazdır.
Siyaset, eğer meşruiyetini koruyarak kalıcı olmak istiyorsa, temel referansları ve bütün felsefi derinliği ile evrensel anlamda ahlâkın ve hukukun özünü, insanlığın ortak değerlerini esas almak durumundadır. Bunun yerine kabile, kavim, aşiret, ideoloji, din, mezhep, tarikat, cemaat gibi olgular/nesneler üzerinden yapılan siyasetler, iç ve dış dinamiklerin etkisiyle meydana gelen değişimlere ayak uyduramazlar. Yine yaygın ve kitlesel problemlerin çözümü için temelli ve uzun vadeli plan ve projeler ortaya koyma konusunda da başarısızlığa mahkûm olabilirler! Böyle bir siyaset anlayışı, sonuçta ülkeyi global aktörlerin dış müdahalelerine açık hale de getirebilir. Düşünce ve araştırmaya; eğitim, bilim, teknoloji, sanayi vb. alanlarda üretime yoğunlaştırılması gereken toplumsal enerji, siyasetin kısır döngüsü ve kargaşası içerisinde israf edilmemelidir.
Siyasetin nesneler üzerine değil ilkeler üzerine oturtulması, yönetimde keyfiliğin olmaması ortak aklın ve sağduyunun gereğidir. Emanetlerin (mevki ve makamların) ehillerine verilmesi, milletin iradesine ve seçimine saygı gösterilmesi, işlerin danışma ve istişare ile yürütülmesi, adaletin, hukukun, temel hak ve hürriyetlerin gözetilmesi esastır. Hizmet ve işlerin yürütülmesinde hak ve hukuka riayet, doğruluk, dürüstlük, iyiliklerin teşvik edilip kötü ve çirkin işlerin sakındırılması, açıklık, şeffaflık, kontrol edilebilirlik ve hesap verilebilirlik gibi ilkeler, doğrudan veya dolaylı yüce dinimizin de öne çıkarıp onayladığı prensiplerdendir. Farkında olunsun veya olunmasın İslâm dini,- milleti meydana getiren birey ve zümrelerin dine bağlılıkları ve dini yaşama düzeyleri farklı derecelerde de olsa- toplumsal/milli kültürümüzün zeminini oluşturmaktadır. Tevhit esasına dayalı bu dinin öne çıkardığı ilkelerin kuşatıcılığı, millet varlığımızın ve ortak bilincimizin çimentosunu ve teminatını oluşturmaktadır. Vatandaşlık bilinci de büyük ölçüde bu zeminde anlamını bulmaktadır. Siyasi mücadelede bu zemine zarar verecek kutuplaştırma, düşmanlaştırma ve kamplaştırmalardan uzak durulması milli bütünlüğün korunması ve millet varlığının bekası için önemlidir.
Artık Türkiye Atatürk’ün, laikliğin, milliyetçiliğin, dinin, tarikatın, cemaatin, etnik ve mezhebi farklılıkların istismar edilmediği; çifte standartların uygulanmadığı; ahlâk, bilgi ve liyakatin öne çıkarıldığı, darbelerin yaşanmadığı, milletin iradesine saygı duyulduğu, her alanda demokratikleşmenin ve çalışmanın teşvik edildiği bir ülke olmak durumundadır. Doğruluk, samimiyet, liyakat, emanete riayet, adalet ve ahlâk zemininde kendisini ifade eden bir siyaset modeli milleti arkasında bulacaktır. Bugün gelinen noktada parlamentoda yer alan bütün siyasi partilerin yukarıda ifade edilen ilkeler üzerinden içerisinde bulundukları pozisyonları, ideolojilerini, hedeflerini, stratejik planlarını yeniden gözden geçirmeleri; artıları ve eksileriyle beraber geçmişin muhasebesini yapmaları beklenir. Bunun yapılması, önümüzdeki süreçte doğru kararların alınıp ileriye doğru güçlü ve istikrarlı adımların atılabilmesine imkân sağlayacaktır.
[1] Bakara, 2/148 (Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Siz hayır işlerde yarışın. Nerede olursanız olun sonunda Allah hepinizi bir araya getirir. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.)