Mehdi ve mehdi bekleme konusu, zaman zaman değişik vesilelerle gündeme taşınmaktadır. Etrafında yapılan konuşmalar, hakkında yazılan kitaplar, verilen fetvalar bir takım çevrelerin konuyu oldukça ciddiye aldıklarını ve inanç boyutuna taşıdıklarını göstermektedir. İslâm coğrafyasında mehdi ve mehdilik konusunda bir enflasyonun yaşandığı da söylenebilir! Irak ve Suriye’nin belirli bölgelerinde hâkimiyet alanları oluşturan IŞİD’in, üzerinde kelime-i şehadet yazılı siyah sancakla kendisini Mehdi ordusu[1] olarak takdim ettiği bilinmektedir. Ancak şu var ki, “DAİŞ’e karşı mücadele” sloganı, başta ABD ve Rusya olmak üzere global aktörlerin Suriye’ye giriş vizesini oluşturmuş, onların orada yaptıkları müdahalelere, plan ve projelere meşruiyet kazandırmıştır. Meseleye buradan bakınca, günümüzde mehdi ve mehdilik konusunun cemaat, tarikat vb. dini veya dini-siyasi örgütlenmeler üzerinden İslâm coğrafyasına ve ülkemize karşı yürütülen strateji ve planlarla iç içe olduğu gözükmektedir. Mehdi inancına sahip birtakım kimselerin, dini grupların veya kitlelerin bu durumun farkında olmamaları global aktörlerin işini daha da kolaylaştırmaktadır. Daha önce 2014 yılının Ocak ayında Stratejik Düşünce Dergisi’nde yazdığımız bir makalede, söz konusu aktörlerin Irak’taki Kesnizânî tarikatı üzerinden Irak’ın işgaline kadar giden sürecin zeminini nasıl hazırladıklarına işaret etmiştik. 15 Temmuz 2016’da Türk Silahlı Kuvvetleri içerisinde kendilerine “Yurtta Sulh Konseyi” adı verilen bir grup tarafından gerçekleştirilen kanlı darbe girişiminin de söz konusu strateji ve planların bir parçası olduğu, onlardan bağımsız olmadığı anlaşılmaktadır.
Dünyanın son zamanlarında zulüm ve bozgunculuğun egemen olduğu, toplumların hem maddi ve manevi sıkıntılara hem ümitsizliğe düştükleri bir dönemde bir kurtarıcının (Mehdi veya Mesih) gelerek zulüm, bozgunculuk ve haksızlıkları ortadan kaldıracağı, dünyayı adaletle dolduracağı inancı, İslâm öncesi din ve kültürlerin birçoğunda yer almaktadır. Bu inanç, Müslüman toplumlarda da yaygınlaşarak kendisine yer edinmiştir. Hâlbuki İslâm’ın amentüsünde “Mehdi’ye iman” şeklinde bir inanç esası mevcut değildir. İslâm’a göre bir konunun inanç esası olabilmesi için, onun lafız ve mânâ olarak delâleti kesin mütevâtir[2] bir kaynağa (yani Kur’an’a) dayanması gerekir. Zanna ve şüpheye dayalı zayıf veya uydurma haberler veya yalan yanlış teviller üzerine iman tesis edilemez. Kıyamete yakın bir zamanda geleceği iddia edilen Mehdi ile ilgili rivayetlerde İslâm tarihinin erken dönemlerine ait tarihi olaylara, coğrafya ve hâkim kültüre, geleneksel ordulara, kullanılan araçlara, silah ve tekniğe dair göndermeler yapılarak ayrıntılı bilgiler verilmektedir. Ayrıca bu rivayetlerin senetleri ve muhtevaları arasında da ihtilafların ve uyumsuzlukların varlığı söz konusudur. Yani Mehdi konusuyla ilgili rivayetlerin ümmet arasında bir şekilde yaygınlaşıp meşhur olmasından hareketle mütevâtir olduğu iddiası, zorlama bir kabulleniş olup altı boş ve kuru bir iddia olmanın ötesinde bir anlam ifade etmemektedir.[3]
“Hidâyet” kelimesinden türeyen “mehdi” kelimesi, sözlükte sıfat olarak “yol gösteren”, “hidayet eden”, “hidayete gelen” anlamlarına gelmektedir. Kur’an’da hidâyet” kökünden türeyen fiil ve isim kalıbında birçok kelime bulunmakla birlikte, “mehdi” kelimesine hiç rastlanmamaktadır. Hidayet kelimesi Kur’an’da Allah’a, Kur’an’a ve Hz. Peygamber’e nispet edilmektedir. Önceleri hayra ve iyiliğe (hidayete) sevk eden şeklinde sıfat olarak kullanılan mehdi kelimesi, sonraları “hâkimiyeti ile hakkı ortaya koyacak ve adaleti gerçekleştirecek lider” şeklinde siyasi bir anlam kazanmıştır.[4] Kıyamete kadar devam edecek hak ve batıl, tevhid ve şirk mücadelesinde Allah’ın bazı kalplere ilham etmesi, insanların arasından onları hayra ve iyiliğe yönlendirecek, bozgunculuk ve zulme karşı çıkacak, güç ve iktidar sahibi iman ve ahlâk önderlerinin çıkması söz konusudur. Çünkü zulüm ebedi değildir ve tarih de bunun şahididir. “Eğer Allah’ın insanların bir kısmıyla diğerlerini savması olmasaydı, yeryüzü (tamamen) bozulurdu. Fakat Allah, bütün âlemlere karşı lütuf sahibidir” (Bakara, 2/251) mealindeki ayet-i kerime bu sosyolojik gerçeğe işaret etmektedir.
Ahir zamanda geleceği müjdelenen “Mehdi” isimli bir kurtarıcıya dair Kur’an’da ne bir âyet ne de bir işaret vardır. Söz konusu kelime, İslâm tarihinin ilk dönemlerinde “el-Hulefâi’r-Râşidîn el-Mehdiyyîn” şeklinde özellikle ilk dört halife için sıfat olarak kullanılmıştır. Mehdi kelimesinin dünyanın son dönemlerinde kıyamete yakın bir zamanda kıyamet alametlerinden biri olarak insanlığı kurtaracak ve dünyayı adaletle dolduracak bir kimseye delâlet edecek şekilde isim olarak kullanımı ve bunun bir inanç konusu haline gelmesi tarihsel bir süreç içerisinde gerçekleşmiştir.[5] Aslı sıfat olan söz konusu kelimenin anlam gelişimi ve değişimine maruz kalarak terminolojik anlamda isim olarak kullanımı, Hz. Peygamber’e nispet edilerek hadis kaynaklarına giren rivayetlerde ağırlık kazanmaktadır. Mâlik b. Enes, Buhârî ve Müslim gibi hadis âlimleri yazdıkları eserlerinde mehdi kelimesinin geçtiği rivayetlere yer vermezken; Ahmed b. Hanbel, İbn Mâce, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Hâkim ve Taberânî gibi muhaddisler, eserlerinde bu tip rivayetlere yer vermişlerdir. Bu rivayetler arasında tutarsızlıklar olduğu gibi, rivayetlerdeki mitolojik anlatımlar, Mehdi ve ordusunun sahip olduğu at, kılıç ve zırh gibi yüzyıllar öncesinin savaş araçlarına ve silahlarına yapılan vurgular dikkat çekmektedir. Mehdi ile ilgili hadis ve rivayetlerin büyük çoğunluğunun zayıf veya uydurma olduğu konusunda âlimlerin çoğunluğu arasında görüş birliği olduğu da söylenebilir. Mehdi ile ilgili rivayetler Sünnî kaynaklarda da mevcut olmakla beraber, çok yoğun bir şekilde “Mehdi el-Muntazar (beklenen Mehdi)” ismiyle Şia kaynaklarında geçmektedir.[6]
Kıyamete yakın bir zamanda Ehl-i Beyt soyundan gelerek bütün insanlığı kurtaracak, bütün dünyaya hâkim olup dünyayı yönetecek, sayesinde dünyada Allah’tan başka şeylere kulluk eden kimse kalmayacak, dünyayı eşitlik ve adaletle dolduracak bir Mehdi inancı ve ilgili rivayetler, İslâm dininin ana kaynağı Kur’an’la, insan fıtratıyla, tarih ve sosyal gerçeklikle, sünnetullahla uyum arz etmemektedir. Kur’an’da “Hâtemu’l-Enbiyâ” (Peygamberlerin sonuncusu) olduğu vurgulanan ve âlemlere rahmet olarak gönderildiği zikredilen Hz. Muhammed için bile, “sen onların (inkârcıların/müşriklerin) üzerinde bir zorlayıcı değilsin” (Gâşiye, 88/22); “Peygambere düşen sadece, apaçık bir tebliğdir” (Nûr, 24/54); “(Resulüm!) Sen sevdiğini hidayete eriştiremezsin; bilakis, Allah dilediğine hidayet verir ve hidayete girecek olanları en iyi O bilir” (Kasas, 28/56), “Ey Muhammed! O halde sağırlara sen mi işittireceksin? Yahut körlere ve apaçık bir dalâlet içinde bulunanlara sen mi hidayet edeceksin?” (Zuhruf, 43/40), “Doğrusu size Rabbinizden basiretler geldi. Artık kim (gerçeği) görürse yararı kendisine, kim de (gerçeğe karşı) kör olursa zararı kendisinedir. Ben sizin üzerinize bekçi değilim” (En‘âm, 6/104), “Sizin dininiz size, benim dinim banadır”(Kâfirûn, 109/6), “Doğrusu o benim kullarım yok mu, senin onlar üzerine hiçbir saltanatın yoktur! Vekil olarak Rabbin yeter!" (İsrâ, 17/65) vb. birçok ayette, ilahi vahyi insanlara tebliğ edip onu açıklamasının ve yaşantısı ve ahlâkı ile onun örnekliğini oluşturmasının ötesinde hidayetin ve kurtuluşun anahtarının Hz. Peygamber’in elinde olmadığına açıkça işaret edilmiştir. Nitekim bunun içindir ki Hz. Peygamber, kızı Hz. Fatıma’ya bile, “Kızım olsan dâhi seni kurtaramam” demiştir. Nuh Peygamberin oğlunu tufandan kurtaramadığı gibi, Hz. Muhammed de amcasını ve Ebû Leheb gibi en yakınlarını bile ateşten kurtaramamıştır. Sonra Kur’an’da “Eğer Rabbin dileseydi elbette bütün insanları tek bir ümmet yapardı. Oysa (onlar aralarında) ihtilaf edip duracaklardır” (Hûd, 11/118) denilerek, hak ve batıl, tevhid ve şirk mücadelesinin kıyamete kadar devam edeceği, insanlar ve milletler arasında inanç ve din farklılıklarının hep olacağı, insanların aralarında ihtilaf etmekte oldukları hususlarda hükmün Allah tarafında verileceği açıkça beyan edilmektedir. Kaldı ki toplumsal değişimin dinamiğini, akıl ve iradesiyle değişime karar veren, değişim için harekete geçen insan ve toplum oluşturur. Bunun içindir ki ilgili ayette, “Bir millet/toplum kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumlarını değiştirmez” (Ra‘d, 13/11) buyrulmuştur. Yani ayete göre, dışarıdan birinin gelerek zırhıyla, kılıç ve kalkanı (!) ile uzay çağının silahlarına sahip Müslüman olmayan bir toplumu değiştirmesi, Müslüman olmadıkları halde onların hür irade ve niyetlerinin aksine onların tamamını mümin ve Müslüman yapıp ateşten kurtarması söz konusu değildir. Dinde zorlamanın olmadığı, Kur’an’da açıkça beyan edilmiştir. (Bakara, 2/256) Böyle bir yetki hiçbir beşere verilmemiştir. Bütün peygamberlerin yapamadığını Mehdi denilen kimse mi yapacak? Müslümanlığını iddia edenlerin bile etnik, mezhebi, ideolojik farklılıklar üzerinden; çıkar ve siyasi iktidar emelleri üzerinden hizipçilik yapıp birbirine ihanet ettiği, birbirini arkadan hançerlediği, birbirinin kanını dökmekte olduğu bir dünyada bu iş nasıl gerçekleşecek?
Yukarıda anlatıldığı şekilde mehdi inancının peşinde koşanların dinin ana kaynaklarına vakıf olmadıkları, içerisinde yaşamakta olduğumuz dünyayı doğru okuyamadıkları, gerçeklikten büyük ölçüde kopmuş oldukları söylenebilir. Günümüzde global aktörler tarafından İslâm coğrafyasına karşı yürütülen strateji ve projelerin parçası haline gelen mehdilik konusunun iktidar ve saltanat mücadelesine alet edilerek siyaset malzemesi yapılması ne ülkemize ne de İslâm coğrafyasına bir iyilik getiremez! Bugün bizler millet olarak bütün dünyanın gözünü diktiği bir coğrafyada yaşamaktayız. Ülkemizin ve devletimizin İslâm coğrafyası açısından ne kadar önemli bir konumda olduğu herkesin malumudur. İslâm öncesi dönem dâhil, geçmişe uzanan tarihi kökenlerimiz ve bütün aksaklıklarına rağmen belirli temeller üzerine kurulu bir devlet tecrübemiz, kurumsal yapılarımız ve devlet mekanizmamız vardır. Selçuklusu ve Osmanlısıyla geçmişimizi inkâr edemeyeceğimiz gibi, Osmanlının mirası üzerine kurularak geçmişten geleceğe devlet tecrübemizin önemli bir safhasını oluşturan Cumhuriyeti de inkâr edemeyiz. Geçmişini inkâr edenlerin geleceği de olamaz!
Ancak geçmiş, geçmişte kalmıştır. Bugün geçmişi aynen tekrar edemeyiz. Çünkü Selefî bir bakışla geçmişi aynen zamanımıza taşıyıp olduğu gibi tekrar etme düşüncesi ütopya olmanın dışında hiçbir anlam ifade etmez! Elbette ki geçmişin ruhundan ilham alarak müspet/pozitif tecrübelerinden istifade etmeliyiz. Geçmişten istifade edilmesi önemli olduğu kadar, geçmişten ibret alınması ve geçmişin yanlışlarına düşülmemesi de son derece önemlidir. Geleneği körü körüne taklit etmenin bu ülkeye getireceği müspet bir sonuç olamaz. Yapılacak şey aklın, basiretin, hikmetin, ahlâkî değerlerin, doğru bilginin, ehliyet ve liyakatin yönetime ve bürokrasiye hâkim kılınmasıdır. Gelinen noktada ülkemizin içeride ve dışarıda karşılaştığı sıkıntıları aşmasının, üzerine oynanan küresel plan ve stratejileri boşa çıkarmasının yolu-söylenecek başka noktalar da olmakla beraber-başlıca iki noktadan geçmektedir. Birincisi, içeride demokratik değerlere, hukukun üstünlüğüne, kuvvetler ayrılığına dayalı, insan hak ve özgürlüklerinin korunduğu, toplum iradesinin (milletin egemenliğinin) siyasette etkin olduğu, icrada güçlü, şeffaf, açık ve kontrol edilebilir adil ve merkezi bir yönetim tarzının gerçekleştirilmesidir. Yine buna bağlı olarak ve ortak değerlerden hareketle toplumun farklı kesimleri ve yönelimleri arasında farklılıkları ötekileştirmeksizin, ayrımcılık ve kayırma yapılmaksızın, uzlaşmanın, dayanışmanın, karşılıklı saygı ve sevginin tesis edilmesidir. Ülkenin birlik ve beraberliği için vatandaşlık/ulus bilincinin geliştirilmesi elzemdir. İkinci nokta ise, dış siyasette reel politikten hareketle küresel kuvvet dengelerinin, konumumuzun, güç ve imkânların iyi hesap edilerek atılacak adımlarda uluslararası meşruiyet sınırlarının gözetilmesidir. Şüphesiz dış siyasette asıl olan şey, uluslararası ilişkilerin barış temeli üzerinden kurulup geliştirilmesidir. Ancak ülkemize yönelik tehdit ve saldırılar karşısında acizliğe düşülmemesi; global plan ve stratejileri boşa çıkarıp tehdit ve saldırıları ortadan kaldırma noktasında kesin, kararlı, etkin ve caydırıcı tedbirlerin alınarak gerekli adımların atılması da son derece önemlidir.
Nüfusunun çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu ülkelerle ilişkilere gelince; izlenecek en makul siyasetin-bu ülkelere herhangi bir sistem dayatması yapmaksızın-turizm, inanç turizmi, ticaret, ortak kültürel ve sportif faaliyetler, ortak bilimsel etkinlikler, karşılıklı ziyaretler üzerinden bu ülkelerin halkları ve yönetimleri arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi olacağı kanaatindeyiz. İzlenecek böyle bir siyaset, ümmet bilincinin gelişimine katkı yaparak bu ülkelerin kazanılmasına giden yolun zeminini döşeyecektir. Halkı ve devletiyle ülkemizin bütün bir İslâm coğrafyası ve insanlık için müspet manada örneklik oluşturması bu hedefin gerçekleştirilmesinin temel dinamiğini oluşturacaktır.
[1] Mehdi ile ilgili rivayetlerde kıyamet alâmetlerinden olarak Horasan taraflarından siyah bayraklıların çıkacağına, içlerinde Allah’ın halifesi Mehdi’nin olacağına, bu ordunun Kudüs’ü fethederek oraya bayraklarını dikeceklerine dair bilgiler verilmektedir.
[2] Bir haberin “mütevâtir” olması, onun yalan üzerine ittifakı mümkün olmayan büyük bir çoğunluk tarafından bizzat kaynağından alınarak sağlam senetlerle ve kesin delillerle nakledilmesidir. Zayıf veya uydurma veya da âhad yolla gelen bir haberin zaman içerisinde yaygınlaşıp meşhur olması veya birçok kitaplarda yer bulmuş olması, onun mütevâtir olduğu anlamına gelmez.
[3] Bu konuda geniş ve ayrıntılı bir bilgi ve değerlendirme için bkz. Cemal Ağırman, “Kütüb-i Tis‘a Kaynaklarında Yer Alan Mehdi İle İlgili Rivayetlerin Değerlendirilmesi ve Bu Rivayetlerle İlgili Yapılan Yorumlar”, Uluslararası Mehdilik Sempozyumu Bildirileri, editör: Mehmet Tıraşcı-Hasan Özalp-Maruf Çakır, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Sivas 2018, s. 335-362.
[4] Bkz. Yusuf Benli, “İslâm Tarihinde İlk Mehdi Tasavvurları”, Uluslararası Mehdilik Sempozyumu Bildirileri, editör: Mehmet Tıraşcı-Hasan Özalp-Maruf Çakır, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Sivas 2018, s. 254.
[5] Bkz. Yaşar Acat, “Mehdilik Kavramının Filolojik ve Semantik Tahlili”, Uluslararası Mehdilik Sempozyumu Bildirileri, editör: Mehmet Tıraşcı-Hasan Özalp-Maruf Çakır, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Sivas 2018, s. 246-251.
[6] Bkz. Yaşar Acat, a.g.t., s. 247.