“Harp hud‘adır”
Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ
Din, mezhep, etnik kimlik, kabile, cemaat ve tarikat üzerinden iktidar kavgalarına, tefrika ve çatışmalara, anarşi ve teröre mekân olan bir İslâm coğrafyasının içerisindeyiz. Bugün ülkemizde ve İslâm coğrafyasında yaşanan tefrikaların, kırılmaların, terör ve çatışmaların benzerleri, başlangıcından günümüze İslâm tarihinin değişik dönemlerde farklı ortamlarda hep yaşanmıştır. Dış düşmanlar hep olmuştur. Ancak bütün bu olumsuz durumların dînî, sosyo-kültürel ve politik zeminde bir karşılığının olduğu da kabul edilmelidir. Tarihte yaşanan tefrika ve çatışma örnekleri dikkatle incelendiğinde, olayların odak noktasını din-siyaset ilişkisinde yaşanan tıkanmaların ve problemlerin oluşturduğu anlaşılmaktadır. Siyasetle din arasında birbirinin özgünlüğünü ve doğasını bozmaksızın olması gereken dengeyi sağlamak medeni manada ciddi bir altyapıyı, bilgi birikimini, tecrübeyi ve ona uygun bir zihniyeti gerektirir. Ancak ne yazık ki İslâm coğrafyasında bu dengenin çoğu defa gerçekleşemediği bir vakıadır. Çünkü ilkesizliğin, tarafgirliğin ve istikrarsızlığın egemen olduğu, ahlâk, hukuk ve değer anlayışının bozulduğu, birey, grup ve hizip menfaatlerinin her şeyin merkezine oturduğu yapılar üzerinden söz konusu dengenin gerçekleşmesi mümkün olamaz. Kalıcı ve devamlılık arz eden bir kurumsallaşma ahlâk ve hukukla bütünleşen evrensel ilkeler ve prensipler üzerinden gerçekleşebilir. İlkesizliğin, “gaye vasıtayı meşru kılar” zihniyetinin egemen olduğu oluşumlarda dinin kendisi de mevcut zihniyet üzerinden yorumlanmaktadır. İslâm tarihinin ilk dönemlerinden günümüze ideolojik, siyasi ve mezhebi zeminde teşekkül eden söz konusu oluşumlar kendi zihniyet ve uygulamalarını din üzerinden meşrulaştırmaya çalışmakta, Kur’an ve hadisler başta olmak üzere dinin ana kaynaklarını da bu doğrultuda çarpıtarak istismar etmektedirler.[1]
“Harp hud‘adır” şeklinde hadis kaynaklarında Hz. Peygamber’e nisbet edilen bir söz/hadis bu istismardan nasibini almaktadır. Farklı tariklerle rivayet edilen bu hadis, birileri tarafından parçacı bir yaklaşımla bağlamından koparılmış, yanlış anlamalara ve yorumlara konu haline getirilmiştir. Sahabelerden Câbir b. Abdullah, Ebu Hureyre, Hz. Ali, Hz. Aişe ve İbn Abbas’tan nakledilen rivayetlerde, söz konusu hadis Hz. Peygamber’den naklen “Harb hud‘adır” veya “Nebi (s.a.v) harbi hud‘a olarak isimlendirdi” şeklinde gelirken, yine sahabeden Abdurrahman b. Ka‘b b. Malik’ten gelen rivayette “Nebi (s.a.v) bir yere bir gazve/askeri sefer yapmayı irade ettiğinde, gazve yapacağı o yeri gizler, sanki başka bir yere gazve yapacakmış gibi bir görünüm verirdi ve ‘harb hud‘adır’ derdi” şeklinde gelmektedir.[2]
Bu hadis, Gatafanlı Nu‘aym İbnu Mes‘ud el-Eşca‘î’nin Hendek savaşında Müslümanlara karşı ittifak teşebbüsü içerisine giren Benî Kureyza Yahudileri ile Kureyş kabilesine mensup müşrik Arapların arasına Hz. Peygamber’in talimatıyla güvensizlik sokarak aralarını açma teşebbüsüne yönelik olarak söylenmiştir. Hz. Peygamber Nu‘aym’a onların arasını açmasını, harbin bir hud‘a olduğunu söylemiştir. Bu talimat üzerine Nu‘aym, Benî Kureyza, Kureyş ve Gatafan kabilesi arasında mekik diplomasisi yaparak onların arasında Müslümanlara karşı muhtemel ittifakın oluşmasını engellemiştir. Nu‘aym’ın yürüttüğü bu diplomasinin, Beni Kureyza’dan beklediği yardımı alamayan Kureyş kabilesine mensup Mekkeli müşriklerin Hendek harbinde Medine çevresinde oluşturdukları kuşatmanın başarısızlıkla sonuçlanmasında önemli katkısı olmuştur.[3]
Arapça ḫ-d-‘a kökünden türeyen ḫud‘a kelimesi, sözlükte orijinal anlamıyla “gizlediği bir şeyin hilafını/tersini göstermek” manasına gelmekte olup savaş durumu ile bağlantılı bir şekilde kullanılmaktadır. İnsan kokusunu alan kertenkelenin insandan korunmak, onun tarafından avlanmamak için deliğine girmesi, insandan saklanıp gizlenmesi de ḫade‘a, ḫud‘a ve ḫıdâ‘ kelimeleri ile ifade edilmiştir.[4] Sözlüklerde kelimeye “hile yapmak/aldatmak” anlamı da verilmiştir. Ancak buradaki hile, kelimenin orijinal anlamı ile bağlantılı olup Türkçe “sahtekârlık yapmak” anlamına değildir. Bu hile, yukarıda ilgili hadis ve bağlamı hakkında verilen bilgilerden de anlaşıldığı gibi, harp esnasında düşmanı aldatmak, şaşırtmak anlamınadır. Düşmana karşı savaşılırken örneğin asker sayısını gizlemek, ordusunu büyük ve güçlü göstermek, gidilecek yol ve izlenecek strateji hususunda düşmanı şaşırtmak, silâh ve mühimmat miktarı konusunda düşmana yanlış bilgi vermek, ne zaman ve ne şekilde saldırıya geçileceğini söylememek vb. harp taktikleriyle bağlantılıdır. İlgili hadiste geçen hud‘a (hile), lügatteki orijinal anlamına uygun olarak muhatapları şaşırtma, yanıltma ve şüpheye düşürme şeklinde anlaşılmalıdır. Dinen cevaz verilen hilenin amacı, savaşın getirdiği olumsuz sonuçları en aza indirgemek ve savaşı kazanmaktır.
Harbin hile oluşu, asla karşıdakine zulmetmeyi, âdil olmayan tavır ve davranışlar sergilemeyi, iftira etmeyi, yalan ve asılsız sözlerle, feyk (fake) kasetlerle başkalarını yaftalayıp karalamayı, itibar suikastı yapmayı, iffet ve namusa saldırmayı, ahlaksızlık ve hukuksuzluğu, verilen söz ve ahitleri bozmayı kapsamaz. Birileri tarafından ideolojik ve siyasal zemine oturtularak spekülatif yorumlara konu haline getirilen “dâru’l-harp”, “cihat” vb. hiçbir söylem, din adına bu şekildeki gayr-i meşru durumları meşrulaştıramaz! Bu tip durum ve davranışlar, İslâm’ın inanç, ibadet, ahlâk ve hukuk alanında öne çıkardığı değerler sistemi ile asla bağdaşamaz. Allah Kur’an’da Müslümanlardan emanetleri ehillerine vermelerini, insanlar arasında hükmettiklerinde adaletle hükmetmelerini,[5] doğruluktan sapmamalarını,[6] kendilerinin ve yakınlarının aleyhine bile olsa şahitliği doğru bir şekilde adaletle yerine getirmelerini,[7] hakkı ayakta tutmalarını, bir topluluğa duydukları öfkenin etkisiyle adaletten ayrılmamalarını,[8] söz verdiklerinde ahitlerini yerine getirmelerini[9] istemektedir. “Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları sever.”[10] buyurarak insan ilişkilerinde iyiliği ve adaleti öne çıkarmalarını teşvik etmektedir.
Hz. Peygamber’e nisbet edilen hiçbir hadis, Allah’ın kitabı Kur’an’a ve onu üsve-i hasene olarak[11] şahsında yaşayan Hz. Peygamber’in örnekliğine (sahih sünnete), inanç, ibadet, ahlâk ve hukuk alanlarında yüce dinimizin Kur’an ve sünnet üzerine kurulan asli ilkelerine, ruhuna ve hedeflerine aykırı olamaz; aykırı şekilde yorumlanamaz! Ama ne yazık ki dinin kaynaklarına siyasi, ideolojik ve çıkar amaçlı yaklaşımlarla bu istismar hep yapılmıştır. Allah Teâlâ Kur’an’da Hz. Peygamber’in büyük bir ahlâk üzerine olduğunu ifade buyurmuyor mu?[12] Hz. Aişe’nin ifadesiyle onun ahlâkı Kur’an (ahlâkı) değil miydi?[13] Yani bu bağlamda Hz. Peygamber yaşayan Kur’an’dı. O, gerek peygamberliğinden önceki cahiliye döneminde gerekse Peygamberlik döneminin tamamında ona iman eden müminlerin ve inkârcı müşriklerin gözünde hep “el-Emîn” idi.
Mekkeliler, Hz. Peygamber’e son derece güvendikleri için en kıymetli eşyalarını “el-Emîn” lakabını verdikleri Hz. Peygamber’e teslim ederlerdi. Kureyş ileri gelenlerinin onun hakkında ölüm kararı aldıkları sırada bile, Hz. Peygamber’in üzerinde onlar tarafından kendisine emanet olarak teslim edilen birtakım kıymetli eşyalar vardı. Bir peygamber ki, Ebû Cehil, Ebû Leheb ve Ümeyye bin Halef gibi azılı kimselerin de aralarında bulunduğu müşrik grubu ona suikast yapmak için evini kuşattıkları bir anda bile, doğruluktan, adaletten ve emanetleri sahiplerine teslim etmekten geri durmuyor! Taktik gereği kendi yerine yatağına yatırdığı amcasının oğlu Hz. Ali’ye, ertesi gün üzerindeki emanetleri kendisini öldürmek için evini kuşatan o kimselere vermesi talimatını veriyor! Bu davranış, inkâr ve düşmanlık buzlarını eriten ne yüce bir ahlâk örneği! Onu öldürmeye giden Ömer’i Hz. Ömer yapan, İslâm’a düşmanlıkta en önde giden Halid b. Velid ve Ebû Süfyan gibi kimseleri imanın, ahlâkın, sevginin, af ve merhametin potasında eriterek sahabe haline getiren bu yüce ahlâk değil miydi? Birilerinin siyasi emellerine ulaşmak için "Harp hiledir" hadisi üzerinden her türlü hilekârlığı ve sahtekârlığı meşrulaştırmaya çalışması, başta Allah’ın bütün insanlığa hidayet olarak indirdiği Kur’an’ın insan ilişkilerinde öne çıkardığı ilkeler ve hükümlerle, o ilke ve hükümlerin insan hayatına uygulanmasının canlı örneğini oluşturan Hz. Peygamber’in sünnetiyle asla bağdaşmaz. Ayetlerin ve hadislerin bağlamlarından koparılarak istismar konusu yapılması, Allah’ın bütün insanlığa hidayet olarak seçtiği yüce dinimizin kendisine ve ülkemize büyük zararlar verir. Dinin, devletin ve ülkenin korunması ancak doğruluk, adalet ve iyilik üzerine toplumsal uzlaşma ve bütünleşmeyle; ülkemize ve milletimize yönelik meydan okumaların ve müdahalelerin karşısında topyekûn milletçe kenetlenmeyle mümkün olur.
Siyonizm’in ve haçlı zihniyetinin kuşatması altında bölünüp parçalanmaya ve istila edilmeye çalışılan bir coğrafyanın ortasında tarihi olarak Osmanlının mirasını taşıyan, bütün zaaflarına rağmen cumhuriyet ve demokrasiyle yönetilen bir ülkeyiz. Osmanlı bizim tarihimizin bir parçası olduğu gibi, cumhuriyet de öyle! İdeolojik bir bakış açısıyla Osmanlıyı inkâr ederek tarihimize yaklaşım ne kadar yanlış ise, tarihe ideolojik ve ütopik bir yaklaşımla cumhuriyete ve demokrasiye karşı tavır almak da o kadar yanlış bir yaklaşım olur! Her iki dönem de bizim tarihimizi oluşturmaktadır. Yapılması gereken şey geçmişimizle ve günümüzle çatışmak değil, akıl ve bilimin ışığında tarihten ibret alarak istikbale bakmak, yanlışları tashih etmek, müspet noktaları geliştirmek, ileriye doğru adımlar atmak olmalıdır. Osmanlının artı ve eksileri olduğu gibi, cumhuriyet döneminin de artı ve eksileri vardır. Şüphesiz Osmanlıdan ve içerisinde bulunduğumuz cumhuriyet döneminden alıp geliştirebileceğimiz çok tecrübeler vardır. Bir taraftan tarihimize, bizi biz yapan milli ve manevi değerlere sahip çıkarken; diğer taraftan cumhuriyetimizin demokrasi, hukuk, siyaset, ekonomi ve bilim alanlarındaki kazanımlarını da koruyup geliştirmek gerekmektedir. Çünkü aklıselim bunu gerektirir. İktidar ve muhalefeti ile toplumdaki siyasi oluşumları, bu oluşumlar arasındaki ilişkileri ve iktidar yarışını düşmanlık ve harp zeminine oturtmak, ancak Samuel Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezinde isimlendirdiği şekliyle ülkemizi “Bölünük Ülke” olarak gören, bize yönelik plan, politika ve stratejilerini bu hedef doğrultusunda gerçekleştirmeye çalışan global aktörlerin, yani dış güçlerin ekmeğine yağ çalar, onların müdahalelerine kapı açar. Sosyo-kültürel anlamda İslâmî geleneğe sahip, farklı etnik ve mezhebi yapıların milli şuur ve vatandaşlık bağları ile birbirine bağlandığı, cumhuriyet ve demokrasi ile yönetilen bir ülkede siyaset alanı savaş arenası değildir ve asla da öyle olmamalıdır! Yaşadığımız süreçte üzerimize kurulan tuzakları boşa çıkarmak için aşağıdaki iki noktanın gözetilmesi son derece önemli gözükmektedir:
Birinci nokta meşruiyet noktasıdır. Yönetim açısından meşruiyet, gerek iç siyasette, gerekse dış siyasette alınan kararların, yapılan icraat ve uygulamaların hukuka, ahlâka, demokratik teamüllere, evrensel normlara ve kriterlere uygun olması anlamına gelir. Global aktörlerin teknoloji ve silah üstünlüklerine rağmen, izledikleri politikaların, despotik yöntemlerle aldıkları keyfi kararların ve uygulamaların ahlâka ve hukuka ters düşmesi, gayr-i meşru bir çizgiye oturuyor olması; insan haklarına ve özgürlüklerine aykırı olması, insanlığın vicdanında karşılık bulamaması, sömürü politikalarını ve soykırımları desteklemeleri onların en temel zaaf noktasını oluşturmaktadır. Kısa vadede kazanıyor gibi gözükseler bile, sonunda kaybedecekler!
İkinci nokta, içeride sarsılmaz bir birlik ve beraberliğin, uzlaşma ve kardeşliğin tesisidir. Bu bağlamda medeni, hukuki ve demokratik zeminde yürütülecek siyasi mücadelenin bir bayrak yarışı olarak görülmesi; siyasetin güven, huzur ve istikrar içerisinde yönetilmesi gereklidir. Bu bayrak yarışında farklı düşüncelere, tecrübelere ve oluşumlara saygı ile yaklaşılması, hukuka ve demokratik kurallara riayet edilmesi, siyasi rekabette ahlâkî ve ilkesel zeminin kaybedilmemesi, uzlaşma noktalarının aranması, ortak akla ve milletin tercihine rıza gösterilmesi büyük önem arz etmektedir. Allah’ın kitabı Kur’an’da da insanlardan şer işlerde ve kötülüklerde değil, hayır işlerinde yarışmaları istenmekte değil midir?[14] İdeolojik bir yaklaşımla toplumdaki farklılıkları ötekileştiren, düşmanlaştıran, kamplaştıran, taraflar arasına nefret tohumları eken çatışmacı her yaklaşım, kesinlikle bizi bölüp parçalamak isteyen global aktörlerin üzerimizdeki plan ve projel
[1] Talip Özdeş, Kur’an İstismarı, Ankara, Fecr Yayınları, 2024, s. 13-14.
[2] Hadisin rivayet tarikleri için bk. Müslim, Cihâd, 18; Buhârî, Cihâd, 157; Ebu Dâvud, Cihad, 92; Tirmizî, Cihâd 5; İbni Mâce, Cihâd 28.
[3] bk. Celâluddîn es-Suyûtî, Esbâbu Vurûdi’l-Hadîs, thk. Yahya İsmâîl Ahmed, Beyrut, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, 1984, s. 241-243.
[4] bk. İbn. Manẓûr, Celâluddîn Muhammed b. Mukerrem, Lisânu’l-‘Arab, (Beyrut: Dâru Ṣâdır, ts.), VIII, 63-65; Edward William Lane, An Arabic-English Lexicon, (Beirut: Librarie Du Liban, 1968), II, 708-709.
[5] Nisâ, 4/58; Nahl, 16/90.
[11] “İçinizden Allah’ın lütfuna ve ahiret gününe umut bağlayanlar, Allah’ı çokça ananlar için hiç şüphe yok ki, Resûlullah’ta üsve-i hasene (güzel bir örneklik) vardır.” Ahzâb 33/21.
[13] Müslim, Müsâfirîn 139; ayrıca bk. Nesâî, Kıyâmü’l-leyl 2.
[14] “Herkesin (her bir ferdin, oluşumun, ekolün, grubun, hizbin) yöneldiği bir yön vardır. Hayırlı işlerde birbirinizle yarışın. Nerede olursanız olun Allah sizi bir araya toplar, Allah şüphesiz her şeye Kadir'dir.” Bakara, 2/148.