Bu depremler sonrası üzerinde uzlaştığımız belki de tek nokta var.
Toplumsal dayanışmanın muazzam boyutlara erişmesi. Bu hassasiyetin ve ortak çabaların geleceğe dair bir umut olduğu konusunda hemfikirim.
Şimdi bir sonrasını düşünme vakti. Burası sanıldığından daha zor ve kabullenmesi güç özellikler taşıyor.
Depremlerin hemen ardından başlayan arama-kurtarma ve yardım süreçleri, yukarıda bahsettiğimiz dayanışmanın büyük katkısıyla belli bir aşamaya geldi. Yaşanan aksaklıklar, gecikmeler, ihmaller ve yanlışlar, kuşkusuz tüm boyutlarıyla tartışılmayı hak ediyor.
Ancak benim bugün aktaracaklarım sıcağı sıcağına farkına varamadığımız bazı gerçekler.
Deprem bölgelerinde insanların barınmadan tutun temizliğe, psikolojik destekten yeniden hayata tutunmaya kadar karşılanması gereken ihtiyaçları var.
Bunlar birkaç gün ya da hafta yerine getirildiği zaman biten ihtiyaçlar değil. Sürekli bunları gidermek ve karşılamak zorundasınız.
Şu anda sahada devlet kurumlarından tutun sivil toplum kuruluşlarına, bir şekilde oraya gelmiş gönüllülere kadar pek çok aktör ihtiyaçları giderme çabasında. Depremzedelerin kısa süre içinde ihtiyaçlarına dair çözüm üretmesi de bu tabloda mümkün değil.
Sahadaki STK’ların da muazzam gayretlerine rağmen verdiği hizmetleri sürekli kılabilmesi çok zor. Üstelik onlardan beklentiler yüksek. Gerçekten afetin ilk anından bu yana, işin reklamından ve polemiklerden uzak kalarak hizmet üreten kuruluşların, orada yaşayan insanlar nezdinde çok yüksek bir itibarı var. Bunu sonuna kadar da hak ettiler.
Ancak asıl mesele bunu belli bir zaman diliminden sonra sürdürmelerinin gerek insan kaynağı, gerekse de ekonomik boyutuyla imkansız olması.
STK’LAR NEDEN GÜÇSÜZ?
Buradan geleceğimiz nokta şurası.
Türkiye’de zaten STK’ların siyasi merkezle ilişkisinde ciddi sorunlar var. Bunların giderilmesi için atılan adımların yetersizliği bir yana, karar mekanizmalarındaki hantallık mevcut potansiyellerini tam olarak kullanmalarına bile izin vermiyor.
AFAD’la ilgili tartışmalar henüz soğukkanlı bir zemine taşınacak durumda değil. Ancak şunu söyleyebilirim. Burada çıkıp “AFAD çıksın, bunları derlesin toparlasın ve yönlendirsin” demek mevcut tabloda kesinlikle gerçekçi değil.
Kendi medeniyetimizi “vakıf medeniyeti” olarak tarif ederken, sadece kriz anlarında değil, normal dönemlerde de STK’larla ilgili algımız, fikrimiz ve onlara yönelik planlamamız nedir diye düşünmekte hayli geç kalmış görünüyoruz. (Modern anlamdaki sivil toplum tanımıyla geleneksel vakıf anlayışının ne kadar uyuştuğu tartışmasını bir kenara bırakıyorum.)