Söz, bazen maksadını aşar. Bazen de maksadından öte ne varsa oraya dokunur.
Suriye’deki gelişmelere dair tartışmalarda bizdeki durum özetle böyle aslında. Olup bitenin kendisinin ve yaşadığı ülkenin hayrına mı şerrine mi olduğunu anlama gayretinde olan geniş kesimler var. Ne olduğunu ve ne olacağını anlatmak elbette öncelikle siyasetin sorumluluğu.
Türkiye’nin Suriye politikasını ve mevcut gidişatı dileyen beğenir, dileyen eleştirir. Meseleye soğukkanlı bakabilen bir siyasi irade, bunlardan azami düzeyde faydalanır. İnsanların kaygılarının olması, aynı zamanda bir aidiyetin ve samimi arayışın ifadesidir. O kaygıları giderme sorumluluğu da yine ve herkesten önce siyasete düşer.
TEHLİKELİ SULAR
Fakat yaşananları kendi bulunduğu pozisyondan, mesela ideolojisi, mezhebi, cemaati ya da cemiyeti üzerinden görmek isteyenlerin durumu hayli farklı. Maksadın fazlasıyla aşıldığı ve tehlikeli sulara girilen yer tam olarak burası. Hatta asıl maksat, tam da bu tehlikenin kapısını aralamak.
Suriye halkının, din, mezhep ve etnik köken açısından son derece zengin olduğu artık herkesin malumu. Her ne kadar Batı bu zenginliğin farkına, Baas rejimi yıkılınca varmış olsa da, bu son derece hassas ve yeri geldiğinde kırılganlıklar oluşturan bir özellik.
İÇ SAVAŞ VE SONRASI
İç savaştan çıkmış bir ülkede bazı işler, iki devletin savaşından sonra ortaya çıkan zorluklardan çok daha fazlasını barındırır. Çünkü karşılıklı ayrışmalar, tarihsel hafızada birikmiş tortular, iç savaşların ardından daha ciddi çatışmalara, intikam arayışlarına ve bilenmiş ruh hallerine dönüşür.
Tam da bu nedenle Suriye’deki geçiş sürecinin doğru yönetilmesi, her adımda yeni bir kazanımın ve kuşatıcı yaklaşımın ortaya çıkması önemli. Zorluklar ve tuzaklarla karşı karşıya olunduğunu unutmadan.