Bir Zihniyetin Anatomisi
MAKALE
Paylaş
11.08.2024 17:39
775 okunma
Prof. Dr. Celal Kırca

İslâm aleminin içinde bulunduğu perişanlığın ve Batı karşısındaki acizliğinin sebeplerini iyi anlamak ve  analiz etmek gerekiyor. Zira  mevcut durum, sadece günümüze ait  iç ve dış sebeplerin  bir sonucu değil, aynı zamanda geçmişten tevarüs edilen düşünce  tarzının da bir sonucudur. Bu nedenle mevcut durumun oluşmasına etki eden iç ve  dış sebeplerin bilinmesi kadar, hatta ondan daha önce, geçmişten tevarüs edilen düşünce  tarzının  da bilinmesi önem arz etmektedir.  Zira tevarüs edilen bu düşünce tarzı, ilimler arasında değerli-değersiz; önemli-önemsiz ayırım yapan, dolayısıyla toplumun bilimsel ve teknolojik  gelişmesine olumsuz etkileri olan bir zihniyeti ifade eder.

Bilindiği gibi zihniyet, “Bir toplum veya toplumdaki bireylerde görüş ve inanış etmenlerinin etkisiyle beliren düşünme yolu, düşünüş biçimi, anlayış” [1] demektir. Bir başka ifade ile “yerleşik düşünce kalıpları, gelenekler, değer yargıları, alışkanlıklar ve kültürel değerler gibi birçok değişkenin etkileşimiyle oluşan düşünme tarzına” zihniyet adı verilmektedir.  Bu tanımdan da anlaşılıyor ki zihniyet,  bir “ bilgi türü” değil, bir “bilme tazı” dır. Bu bilme ve düşünce tarzının, geçmişteki dönemin kültür yapısı veya müesseseleriyle aynı kılınmasına R. Garaudy, “entegrizm” diyor. Dolayısıyla entegrizm, siyasi veya dinî bir anlayışı tarihin bir önceki döneminde sahip olduğu kültür yapısı veya kurumlarıyla özdeşleştirmeyi  ifade ediyor. [2]

Bunun farkında ve bilincinde olan Muhammed İkbal“İslam dünyası aklını kaybetti, Batı dünyası da vicdanını” der. Aklı kaybetmek, aslında bilgiyi kaybetmek demektir. Zira akıl, bilgiye ihtiyaç duyar ve  bilgi  sayesinde işlevsel olur, aksi halde atıl kalır. Bu nedenle insanın, ihtiyaç duyulan her çeşit bilgiyi elde etmesi ve   elde ettiği bu bilgileri de doğru yerde ve doğru biçimde kullanması ve bunun için de  vicdanını yitirmemesi, diğer bir ifade ile  “insan olması” ve insan kalabilmesi icap etmektedir. Nitekim bugün İslâm alemi, aklını kullanarak   kendi güvenliğini  sağlayacak yeterli bilgi  ve teknoloji birikimine ve donanımına sahip olamamanın ıstırabını, çaresizliğini  yaşarken; Batı, vicdanını kaybetmenin zalimliği ile  hem insanları, hem de insanlığı yok etmektedir. Zira  Batı, elde ettiği bilgi ve teknoloji üstünlüğü sayesinde dünyaya meydan okumakta ve  belli toplumları sömürerek varlığını devam ettirmek istemektedir. Aklını yitirse de vicdanı yitirmeyen ve onun sesini dinleyen Müslümanlar ise ne yapacağını bilememenin şaşkınlığı içinde  bocalayıp durmaktadır. 

Batı, geçmişten günümüze bilim sayesinde bilgi ve teknoloji  üretip sanayisini  geliştirirken, İslâm alemi  bu konuda ne yapıyordu ve ne ile meşguldü?  Bu soruya 17. Yüzyıl Osmanlı bilim ve düşünce hayatından sunacağım şu kesitler, tevarüs edilen zihniyet  hakkında bize  bir fikir verecektir, sanırım.  

Merhum  Halil İnalcık,  “Türklük Müslümanlık ve Osmanlı Mirası” isimli kitabında  bu konu ile ilgili şöyle bir değerlendirmede  bulunur:

“Taşköprülüzâde, daha 1540’larda skolastik ilahiyat ve  matematiğin medrese uleması arasında eski itibarını yitirdiğinden ve ilim düzeyinin  düştüğünden yakınır. Kuramsal ilimler üzerine kitapların rağbet görmediğinden, ulemanın da yalnız basit el kitapları okuduktan sonra kendilerini alim saydıklarından  şikayet eder. Onlar, kelam ve  Kur’an tefsiri gibi ilimlere değil, yalnızca İslâm hukukunun  dünyevî yanlarına ya da şiir, inşa ve fıkra gibi “hoppalıklara” önem veriyorlardı. Gerçekte, bu yararlı sanat ve ilimler, kadılık  gibi dünyevî  makamlar elde  etmek  bakımından  değer taşıyordu” [3]  der.  1577’de  ise Galata’da Takiyyüddin Mehmed tarafından kurulan rasathane, 1580’de bir grup yeniçeri tarafından  yıkılıyordu.

1609-1659 yılları arasında yaşayan Katip Çelebi de “Mîzânu’l Hak fî İhtiyâri’l  Ehakk” isimli  eserinde yaşadığı dönemde ulemanın ele alıp tartıştığı konuları şöyle açıklar:

Aklî ilimlerin lüzumu; Hızır’ın hayatı; teganni, raks ve deveran, tasliye ve tarziye; tütün, kahve, afyon şurubu ve diğer  keyif verici maddelerin kullanılması; Resullah’ın anne ve babası; Fir’avn’un imanı; Şeyh Muhiddin b. Arabî’nin durumu konusunda  vaki olan ihtilaf; Yezid’e lanet okuma; bid’at, kabir ziyaret, Regaib, Berat ve Kadir Gecesi  namazları; musafaha, inhinâ, iyiliği emir ve kötülükten men etme; rüşvet; Ebussud Efendi ile Birgili Muhammed Efendi, Sivasî Efendi ile Kadızâde Efendi ve nimeti dile getirme ve tavsiyeler.

Katip Çelebi, akli ilimlerin lüzumu bahsinde  örnek olarak hendese (geometri) bilen  bir müftü ile  bilmeyen bir müftünün fetvasını karşılaştırır, hendese  bilen  müftünün verdiği fetvanın doğru, bilmeyen müftünün  verdiği fetvanın ise yanlış  olduğunu söyler. [4]

1655-1716 yılları arasında yaşamış olan Mustafa Naîmâ ise 17.yüzyıl Osmanlı ulemasının düşünce dünyalarını ve aralarında bir türlü halledemedikleri konuları şöyle sıralar:

Eşyanın hakayıkından bahseden  aklî ve riyazî ilimlerle  meşgul olmaktan menolunmak; Hızır  Aleyhisselâmın hayatı ; güzel sesle okumayı câiz görmeme; tarikat  ashabının raksı ve devri; tasliye ve tarziya bahisleri (Sallallâhu  aleyhi vesellem ve Radiyallahu anh diye dua etmek); tütünün ve kahvenin, diğer sonradan çıkmışlasrın helâl ve haram olması; Resul-ü Ekrem sallallâhu  aleyhi vesellem efendimizn ana ve babaları; Firavunun imanla gidip gitmediği; Şeyh Muhuddi-i Ârabî hakkında  olan anlaşmazlık;  Yezid’e lanet  okuma, bid’at, kabir ziyareti bahisleri; cemaatle nâfile, Regaib, Berat ve Kadir namazları kılınmak;   büyüklerin elini, ayağını, eteğini öpmek, selam almakta eğilmek; şeriatın emirlerini ve  yasaklarını  bildirmek ve rüşvet konuları. [5]

1767 yılında Ali Paşa’nın kitaplarına  el konulup koleksiyonda bulunan felsefe, astronomi, tarih ile ilgili  kitapların kütüphanelere konulması, şeyhülislâm fetvasıyla yasaklanır. Aynı dönemde yaşayan Montesquieu (1689-1755), “İran Mektupları” adlı eserinde  yer alan 19. mektupta   şunları yazar:

“Usbek’ten dostu Rustan’a

Osmanlı İmparatorluğu’nun zaafını büyük bir hayretle görmüş oldum. Bu hasta gövde,  kendini tatlı ve mutedil rejimle ayakta tutmuyor; bil’akis gittikçe varlığını yıpratan ve devamlı surette içini kemiren şiddet tedbirlerine başvuruyor.

“Paşalar ancak para kuvveti sayesinde bu mevkilere tayin ediliyorlar.  Bütün servetlerini bu uğurda harcamış ve çırılçıplak hale düşmüş olduklarından, tayin edildikleri vilayetlere, işgal mıntıkasına giren birer fatih edasıyla geliyor ve işin başına geçer geçmez her tarafı soyup sömürmekten başka bir şey düşünmüyorlar. Askerler mütecaviz ve küstah; keyif ve heveslerinden başka emir ve kumanda tanımıyorlar. Her taraf yıkık dökük; köylüler me’yus, toprak ekimi ve ticari hayat tamamıyla felç olmuş halde.

Bu sertlik ve şiddet rejiminde, ne gariptir ki, cezasız kalmak ümidi her tarafta hakim! Toprak mülkiyeti emniyeti yok; bu sebeple de toprağı işleme gayreti de son derece yavaş. Hükümet icra edenlerin keyfi muamelelerine karşı koyabilecek ne bir sıfat ne de bir hak mana taşıyabiliyor! Vahşet halinde sömürülen bu diyarda her türlü zanaat ve ince san’at ihmal edilmiş. O kadar ki, bu milletim mümtaz vasfı olan askerlik sa’natı bile ihmal edilmiş bir halde.

Beri tarafta Avrupalılar, her gün büyük bir gayret ve ihtimamla nurlanıp yükselirken bunlar, eski cehalet devrinden bir türlü çıkmak istemiyorlar; hatta, garbın ilmi ve fenni keşiflerini, ancak kendi aleyhlerine binlerce defa kullanmalarından sonra, benimsemek zahmetine katlanmaya razı olabiliyorlar. Bu insanlarının ne deniz hakkında esaslı bir bilgileri, ne de deniz seyrü seferi üzerinde bir maharetleri kalmış. Ticarete ise hiç akıl erdiremiyorlar. Bütün temennileri, çalışkan ve becerikli Avrupalıların yurtlarına gelip yerleşmeleri ve kendilerine yardımda bulunmalarıdır. Bunlara tanıyacakları imtiyazlar sayesinde kendi keselerini de dolduracaklarını umuyorlar!..

Bu derece geniş bir memleket sathı üzerinden geçtiğim halde, zengin ve müreffeh denebilecek bir şehir olarak yalnız İzmir’i bulabildim. Onu da Avrupalılar bu hale getirebilmişler. İşte böyle aziz Rustan!…Bu imparatorluk için sana halisane ve hakikat ifade edecek bir fikrimi ister misin: Bu gidişle iki asra kalmayacak, bu imparatorluk bazı fatihlerin muzafferiyet  meydanı haline inkılap eyleyecek. Heyhat!.  İzmir, 02 Kasım 1711” [6]

Sonuç hepimizin malumu.  Bu nedenle tarihî bilgilerin yanında, hatıralarda da yer alan bilgilerin ve ayrıntıların önem arz ettiğini ve gelecek nesillere bir ders niteliği taşıdığını  unutmamak ve gözden ırak tutmamak gerekiyor. O günlerden bu günlere gelindiğinde İslâm aleminin en azından bir kısmında, bazı konularda ve alanlarda önemli gelişmeler  ve ilerlemeler  söz konusu olsa da, yeterli olmadığı da bilinen bir vakıadır. Nitekim İslâm alemi ile Batı mukayese edildiğinde, bilim ve teknoloji alanlarında görülen farklılık, bunun bir göstergesidir. Dolayısıyla  geçmişten günümüze tevarüs edilen bu zihniyetin, sünnetullah’ın/ evrenin düzenini sağlayan yasaların da bir Tanrı buyruğu olduğunu göz ardı edip dikkate almadığı, dolayısıyla pozitif bilim dallarıyla ilgilenmediği ve bu alanlarda araştırma yapma ve üretimde bulunma yerine geleneğe sığınarak onda yaşamayı  tercih ettiği görülmektedir. Şayet bu zihniyet,  geçmişi entegrist bir tavırla yaşama ve yaşatma yerine, ilimler arsında  bir ayırım  yapmayan Kur’an’ı ve sünnetullah’ı anlamak için  çaba gösterse  idi, efsane üretme yerine bilimsel faaliyetlere yönelecek ve  yeni projeler üretebilecekti.  Çünkü tarihe gidenler ve orada yaşayanlar, efsane üretmekte; geleceğe yönelenler ise proje üretmektedirler. Bu nedenle ilk dönem İslâm medeniyetinde olduğu gibi,-ondan da ilham alarak-  günümüzde de insanlığa hitap edecek  yeni  bir İslâm medeniyeti projesine şiddetle ihtiyaç bulunmaktadır.  Zira sürekli geriye bakanlar, ileriyi göremeyenlerdir; geride kalanları/maziyi öğrenip değerlendirmeyenler ya da  değerlendiremeyenler  ise  ne aradığını bilemeyenlerdir.

 


[1] TDK Türkçe Lügat, Ankara 2005, s.2237

[2] Roger Garaudy, Entegrizm, Ter. Kâmil Bilgin Çileçöp, İstanbul, 1992, 9.

[3] Halil İnalcık, Türklük Müslümanlık ve Osmanlı Mirası, İstanbul 2014, s.149.

[4] Katip çelebi, Mîzânu’l Hak fî İhtiyâri’l  Ehakk, Sad. Süleyman Uludağ-Mustafa Kara, İstanbul 2001.

[5] Zeki Aslantürk, Nâimâ’ya Göre Osmanlı Devleti’nin  Çöküş Sebepleri, Ankara 1989, Kültür Bakanlığı yayınları, s.108-109.

[6] Montesquieu, İran Mektupları, Ter. Muhiddin Göklü, İstanbul 1963, s. 90-92.

 

Yorum Ekle
Adınız :
Başlık :
Yorumunuz :

Dikkat! Suç teşkiledecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

sanalbasin.com üyesidir

ANA HABER GAZETE
www.anahaberyorum.com
İşin Doğrusu Burada...
İLETİŞİM BİLGİLERİMİZ
BAĞLANTILAR
KISAYOLLAR
anahaberyorum@hotmail.com
0312 230 56 17
0312 230 56 18
Strazburg Caddesi No:44/10 Sıhhiye/Çankaya/ANKARA
Anadolu Eğitim Kültür ve Bilim Vakfı
Anadolu Ay Yayınları
Ayizi Dergisi
Aliya İzzetbegoviç'i
Tanıma ve Tanıtma Etkinlikleri
Ana Sayfa
Yazarlarımız
İletişim
Künye
Web TV
Fotoğraf Galerisi
© 2022    www.anahaberyorum.com          Tasarım ve Programlama: Dr.Murat Kaya