“Medeniyet”, kök anlamı itibariyle Arapçada “şehir” anlamına gelen Medine isminden Osmanlı Türkçesinde türetilmiş bir kelimedir. Bu kelimesinin karşılığı Batı dillerinde “civilisation” olup Latincede “şehirli” anlamına gelen “civilis” kelimesinden türetildiği bilinmektedir. Batı düşünce sistemindeki bu anlamı karşılamak üzere Osmanlı Türkçesinde medeniyet kelimesi kullanılmıştır. [1] Kök anlamı itibariyle medeniyet, şehirle alakalı olsa da farklı tanımları yapılan bir kavramdır. Bunlardan biri de gündelik dilde kullanılan “başkalarına karşı görgülü davranma konusunda insana kendini kontrol etme yeteneği veren kural ve değerler bütünü” [2] tanımıdır. Bu değerlere sahip olmaya medenîlik, sahip olan kişiye de mecazî anlamda medenî denilmektedir. Bu da “terbiyeli, görgülü, kibar, nazik” [3] insanı tanımlamaktadır.
Günümüzde hiç şüphesiz bu niteliklere ve kişilik özelliklerine sahip insanlarımız mevcuttur ve kibarlığı ve nezaketi ile bilinmekte ve tanınmaktadır. Ancak bunun aksi davranışlarda bulunan insanlarımız da söz konusudur. Zira toplum hayatında yanındakileri rahatsız edecek şekilde sesli konuşan; diyalog yerine “ çift kişilik monoloğu” tercih eden; muhatabına hakaret eden ve aşağılayan; sırasına riayet etmeyen, eski tabirle “kaynak yapan” kişilerin mevcudiyeti de bir olgudur. Bu nedenle insan, böyle davranış içinde olan kişileri görünce “acaba bu kişiler ne kadar medenî? diye sormadan da edemiyor.
Yıllar önce bir televizyon programı için gittiğim Ankara’da merhum Prof. Dr. Hasan Onat, program öncesi beni rahmetli Prof. Dr. Türker Alkan’la tanıştırmıştı. Kısa süreli de olsa Türker Bey’le o televizyon binasında verimli bir sohbetimiz olmuştu. Türker Bey, bu sohbetimiz esnasında bize Türk milletinin modernleştiğini, fakat medenileşemediğini söyleyerek telefon örneğini vermişti. Ona göre “Telefona sahip olmak modernlikti, onu kullanmayı bilmek ise medenîlikti.” Türk toplumu, modern bir araç olan telefona sahipti, ama onu nasıl kullanacağını bilmiyordu ve bu nedenle de yeterince medenîleşememişti. Hiç şüphesiz medenî olmak bununla sınırlı olmamalı, başka yönleri ve kuralları da olmalıydı, ama o sırada bunu konuşacak ve tartışacak vaktimiz yoktu.
Bu sohbetten kısa bir süre sonra resmî bir toplantıda önemli bir kurumun en üst yetkilisi konuşurken, daha alt kademede görev yapan bir zatın telefonunun çaldığına ve onun da telefonunu açarak sanki kendisi o toplantıda değilmiş gibi konuşmaya başladığına şahit olmuştum. Yanında oturduğum için kendisini uyarmış, o da telefonunu kapatmak zorunda kalmıştı. İşte o zaman Türker Bey’in o konuşmasını hatırlamış ve “Türker Bey haklı değil mi? diye de içimden geçirmiştim.
Daha sonra bu konuyla da ilgilenmeye başladım ve gördüm ki, durum sanıldığından daha vahim. Çoğu insan, toplu ulaşım araçlarında, toplantılarda, hastane koridorlarında ve sokaklarda velhasıl hayatın her alanında telefonunu ile sesli konuşmaya bayılıyor, etrafındaki insanların bu sesli konuşmadan rahatsız olduklarını/olacaklarını düşünmüyor, ya da düşünmek bile istemiyor.
Bundan daha da kötüsü bu durumun ibadet mekanlarında da aynen devam etmiş olmasıydı. Oran itibariyle gittikçe azaldığı müşahede edilse de bir çok kişinin, ibadet için geldiği camilerde telefonunu kapatmadığı veya sessize almadığı için namaz esnasında telefonlarının farklı melodilerle çaldığı ve bundan da cami cemaatinin çok rahatsız olduğu biliniyor. Dolaysıyla bu durum, huşu içinde kılınması gereken namazın, huşudan uzak bir namaz haline dönüşmesine sebep oluyor. Ayrıca Cuma günlerinde imam hutbe okurken bazı kişilerin telefonu ile meşgul olmaları ve cami adabına gereği gibi riayet etmeyişleri, cemaatin huzursuzluğunu daha çok artırıyor. Bilindiği gibi âdâb, “Bir iş veya sanata ait özel kuralları, incelikleri, o konuda uyulması gerekli olan dinî, ahlâkî, meslekî esas ve hükümlerini” [4] tanımlamaktadır. Bu tanımlama ile medenî kavramının tanımlanması incelendiğinde her iki kavramın da benzeşen yönlerinin bulunduğu görülecektir.
Kur’an’da Hz. Peygamber’e gösterilmesi gereken saygıyı ve edebi ifade eden ayette şöyle dinilmektedir:
“Ey Peygamber! Odaların arka tarafından sana seslenenlerin çoğu aklı ermeyen, cahil kimselerdir. Onlar sabretseler ve senin evden çıkıp yanlarına gelmeni bekleselerdi, kendileri için daha iyi olurdu.” [5]
Ayetin nüzul sebebinden Hz. Peygambere seslenenlerin bir peygamber ile nasıl görüşülüp konuşulacağını bilmeyen bedevî Araplar olduğunu öğreniyoruz. Anlatıldığına göre Temim Kabilesine mensup 70-80 kişilik bir grup, Hz. Peygamber’le görüşmek ve bazı taleplerde bulunmak üzere Medine’ye gelir. Peygamberimiz o esnada istirahate çekilmiş dinlenmektedir. Gelen grubun acelesi olacak ki içlerinden bazıları, mescidin yanına bulunan Hz. Peygamber’e ait odaların yanına gelerek “ Ey Muhammed! Çık dışarı ” diye bağırmaya başlar. Hatta onlardan biri “Ey Muhammed benim övdüğüm kimseler aziz, yerdiklerim de zelil olur” deme saygısızlığını da gösterir. Bunun üzerine Peygamberimiz, “Ne oluyor sana! Böyle olan ancak Yüce Allah’tır. Zira O’nun övdüğü aziz, yerdiği de zelil olur” diyerek bu saygısızlığa cevap verir. [6]
Hucurât suresinin sonunda yer alan ayetlerde Medineli olmayan bu kişilerin “A’râbî/”bedevî” olarak tanımlanması ise akla medenî/şehirli ve bedevî ayırımını getirmektedir. Temim kabilesine mensup bu kişilerin, bedevî olmaları hasebiyle nezaketten, usul ve adaptan uzak; cahil, görgüsüz, katı ve inatçı; sosyal hayatın gereklerinden habersiz, usul ve nizam tanımayan tutum ve davranış sahibi oldukları anlaşılıyor. Bu nedenle Hucurât suresinde yer alan muhtevanın ahlaklı, edepli ve erdemli insanlardan oluşan bir toplum inşa etme amacına yönelik olduğu ve diğer surelerdeki genel muhtevanın da bu amaca katkı sağladığı görülüyor.
Nitekim edeple ilgili bu kuralların bir kısmı, ahlakî ilkelere bağlı olsa da, bir kısmı da toplumsal kurallara ve maruf olan örfe bağlı bulunuyor. Zira toplumların da kendilerine özgü edep kuralları oluşturdukları biliniyor. Dolayısıyla bazı âdâb kurallarında dinîlik/ ahlakilik; bazı âdâb kurallarında ise örfün ve etik değerlerin yer aldığı biliniyor. Bu nedenle kimi Müslümanın, bilgisi ve eğitimi ölçüsünde bu kurallara uymaya çalıştıkları, dolayısıyla da konuşmalarında edepli; sosyal ilişkilerinde ve davranışlarında kibar ve nazik olmaya, incitici ve kırıcı olmamaya; bağırıp çağırmadan, sözünü kesmeden muhatabını dinlemeye ve güzel konuşmaya özen gösterdikleri ve çocuklarını da bu konularda eğittikleri biliniyor.
Ne hazindir ki kimi Müslümanın da bu konuya gereken önem vermediği, insanlara nasıl davranacaklarını çocuklarına öğretmedikleri; ulaşım vasıtalarında yaşlılara, hastalara ve kadınlara yer vermeyen küçüklerin bulunduğu bir ortama doğru toplumun evrildiği görülüyor. Bir zamanlar ailelerimiz ve hocalarımız, “Su küçüğün söz büyüğün” derler, bildikleri kadarıyla edepten söz ederler, büyüklerimize ve yaşlılara saygıda kusur etmememizi tembihlerlerdi. Şimdi ise toplum araçlarında kimi babalar ve anneler, çocuklarını yanlarında oturtuyor, yaşlılara yer vermesini evladına söylemiyor ya söyleyemiyor. Dahası otobüste yaşlıları döven babalar bile oluyor.
15 Aralık 2023’te Mersin Şehir Hastanesi’ne giden otobüste, Tarsus ilçesinde yetmiş yaşını aşmış kalp pili takılı olan, felçli olduğu için de vücudunun sağ kısmını tam olarak kullanamayan ve böbrek yetmezliği çeken hasta bir adamı ve eşini, oğlu ile birlikte döven bir lise müdürünün bu davranışı, saygısızlığın, görgüsüzlüğün, nezaket ve kibarlıktan yoksunluğun, kısaca medenî bir insan olamamanın en bariz örneği değil midir?
Bu nedenle Kur’an, bırakınız yaşlı bir insanı dövmeyi, her Müslümandan anne-babasına “öf” bile dememesini istiyor:
“Rabbin, kendisini gereği gibi tanıyıp yalnız O’na ibadet etmenizi, ana babaya iyilikte bulunmanızı emretmektedir. Eğer anan ya da baban veya her ikisi de yanında yaşlanacak olurlarsa, onlara “Öf” bile deme; onların hallerinden tiksinme, onları azarlama, güzel ve hoş sözler söyle.
Onlara sevgi ve şefkatle tevazu kanatlarını ger ve şöyle dua et: “Rabbim! Onlar beni küçükken nasıl sevgi ve şefkatle besleyip büyüttülerse, Sen de onlara öylece sevgi ve şefkatle muamele et.”
Rabbin ana babanıza hangi niyetle davrandığınızı [7] çok iyi bilir. Eğer iyi insanlar olup onlara iyi davranırsanız bilin ki, Allah (ana babaya karşı elde olmadan yaptığınız hatalardan) tevbe edenlerinizi bağışlar.” [8]
Söz konusu bu ayetlerin delaletinden, sadece yaşlı anne-babaya değil, bütün yaşlılara da saygı gösterilmesinin gerekliliği anlaşılıyor. Hz. Peygamber de yaşlılara gösterilmesi gereken saygıyı şu sözleri ile ifade ediyor:
“Yaşından dolayı ihtiyara hürmet eden her gence Allah, yaşlılığında kendisine hürmet/hizmet edecek kimseler müyesser kılar (nasip eder).” [9]
“Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir.” [10]
“Hz. Peygamber’e biat etmek üzere uzaktan gelen bir adam: “Ben sana hicret üzere biat etmeye geldim. Fakat ağlayan iki yaşlı insanı geride bıraktım” dedi. Hz. Peygamber de ona “dön o ikisini ağlattığın gibi güldür” dedi.” [11]
Hem Kur’an’ın, hem de hicret ettiği şehrin adını “Yesrib” den Medine’ye çeviren Peygamberimizin bu tavsiyeleri, bize nasıl bir insan olmamız gerektiğini öğretiyor ve medenî bir insanda olması gereken kişilik özelliklerinden birine de dikkat çekiyor.
[1] M. Sait Yazıcıoğlu, Medeniyet Kavramı Üzerine Bazı Düşünceler, s.1, ticaret.edu.tr 2013/05.
[2] Tahsin Görgün, Medeniyet, TDVİA, 2003/298.
[3] Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Lügat, Ankara 1970, s.713.
[4] Abdüaziz Bayındır, TDV İslam Ansiklopedisi, Âdâb, İstanbul 1988, 1/334.
[6] Vâhidî, Esbab-ı Nüzul, Kahire 1968, s.258-259; İbn Kesir, Tefsir, Kahire, tarihsiz, 7/349.
[7] Lafzen, “İçinizdekileri.”
[10] Tirmizî, Birr, 15; Ebû Dâvûd, Edeb, 66
[11] Ebû Davud, Cihad, 31