Kur’ân’da yer alan muhtevayı ve bu muhtevaya ait anlam boyutlarını, kategorik bir yaklaşımla tanımlayacak olursak, bu muhtevanın Allah, insan ve kâinat ekseni etrafında dönüp dolaştığını ve bu üç ana kavramın birbiriyle olan ilişkilerinin ele alındığını görürüz. Şayet bu muhtevayı analitik bir yaklaşımla ele alacak olursak, bu muhtevaya ait bilgilerin “tanıtım”, “konum”, “konuma bağlı sorumluluk” ve “sorumluluk ilkeleri” olarak açıklanabilecek bir içeriğe de sahip olduğunu anlarız.
Kur’ân’da Allah, insan ve Kâinat kavramlarının, amacına uygun bir biçimde açıklandığı bilinen bir husustur. Zira Kur’ân, bu üç kavramla ilgili tanıtıcı bilgiler vermektedir. Nitekim Allah’ı tanıtan ayetlerdeki genel muhtevada O’nun ne olduğu ve ne olmadığına yönelik bilgilerin yer aldığı ve O’ndan başka bir ilahın olmadığı, tek ilahın Allah olduğu (tevhid) anlatılmaktadır.
İnsanı tanıtan ayetlerde ise, onun hem kimliğine, hem de kişiliğine yönelik bilgiler yer almakta ve bu bilgilerde de mukadder kim ve nasıl? Sorularının cevapları bulunmaktadır. Bilindiği gibi “kim?” sorusunun cevabı, kimliği, “nasıl?” sorusunun cevabı da kişiliği açıklar. İnsanın sahip olduğu kimlik, biri fıtrî (gayr-i iradî); diğeri iradî olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. Fıtrî kimlik, beşer/insan kimliği başta olmak üzere cinsiyet ve etnik kimlikleri; iradî kimlik ise, başta inanç kimliği olmak üzere medenî, ilmî, meslekî vs. gibi tercihe bağlı kimliklere işaret eder. Kur’ân, bu kimliklerden irâde dışı kimlikleri, ne yüceltici ne de alçaltıcı olarak görür. Buna karşılık iradeye bağlı kimlikleri bir değer unsuru olarak kabul eder. Nitekim Kur’ân’da inananlar ile inanmayanlar, bilenlerle bilmeyenler bir tutulmaz.
Kur’ân’da kişilikle ilgili bilgilerin boyutu ve içeriği, kimlik bilgisinin boyutu ve içeriğinden az değildir, hatta daha fazladır. “Nasıl bir Müslüman?” sorusunun cevabını oluşturan ve “Müslüman karakterini” yansıtan bilgilerin, kimlik bilgisinden daha fazla Kur’ân’da yer alması, O’nun evrensel mesajına da uygun bir sonuçtur. Zira kimlik insana bazı şeyler kazandırsa da, çok şey kazandırmamaktadır. İnsana çok şey kazandıran kişiliktir. Çünkü kimlik, insanın suç ve günah işlemesine engel olamazken; kişilik, insanın suç işlemesine büyük ölçüde engel olabilmektedir. Bir başka ifâde ile kişilik sahibi insanların, kimliklerini öne çıkartan insanlardan daha az suç ve günah işledikleri müşahede edilmektedir. Bu nedenle Kur’ân, insan kimliğine yönelik bilgiler verirken, beraberinde onun kişilikli bir insan olmasını hedefleyen bilgilere, ilke ve kurallara da yer vermektedir.
Kâinatın tanıtıldığı bilgiler ise Kur’ân’da Allah ve insanın tanıtım bilgisine oranla daha azdır. Bunun sebebi de varlık âleminin Kur’ânî ifâde ile “şehâdet” âlemine ait bilgilerin, araştırılmasının ve keşfedilmesinin insanoğlunun iradesine terkedilmiş olmasıdır. Nitekim Kur’ân’da kâinatın niçin var edildiğine cevap teşkil edebilecek bilgiler bulunmasına rağmen, nasıllığına dair bilgiler bulunmamaktadır. Nasıllığına dair bilgileri, öğrenmek ve bunun için de araştırma yapmak ve keşiflerde bulunmak insanın sorumluluğuna, dolayısıyla insanoğlunun araştırmasına ve çalışmasına bırakılmıştır. Bu Allah’ın koyduğu genel bir yasadır.
Allah, insan ve kâinatın konumu ile ilgili olarak Kur’ân’da yer alan bilgiler, en az tanıtım bilgileri kadar ayrıntılıdır ve bunların başında da Allah’ın varlık karşısındaki konumunu ve sıfatlarını açıklayan ayetler yer almaktadır.
İnsanın konumunu açıklayan ayetlerde ise onun Allah’a karşı kul; hemcinsine karşı insan; varlık âlemine karşı ise halife olduğu bilgileri bulunmaktadır. Buna göre insan, Allah’ın kuludur ve kâinatın da halifesidir. hemcinslerinin ise ne kulu, ne de Rabbi’dir. Zira insan ancak Allah’a kul ve varlık âlemine karşı da halife konumundadır. Dolayısıyla sorumluluğu da, bu amaca yönelik olmuştur. Bu sebeple Allah’a karşı kulluk; hemcinsine karşı insanlık ve varlık âlemine karşı da halifelik görevi ile yükümlü kılınmıştır.
Kulluk, kurallı ve kuralsız olmak üzere Allah’a karşı yapılan ibâdetlerin tümüdür. İnsanlık, insanın beraberinde getirdiği fıtrî değerlerin ve ahlâkî erdemlerin bütünüdür. Halifelik ise, insanın varlık âlemini tanıması, kesp etmesi ve hayatını kolaylaştıracak bilgiler elde etmesidir. Söz konusu olan yükümlülük, hem insanın hem de kâinatın konumundan kaynaklanmaktadır. Zira insan iradeli bir varlık, kâinat ise iradesiz bir varlıktır. Bu sebeple de kâinat, insan karşısında hizmetli konumundadır, görevi de yaradılış amacına uygun olarak insana hizmet etmek ve onun hayatını kolaylaştırmaktır. Nitekim Kur’an’da bu görev, “teshîr” olarak ifade edilmiştir. Dolayısıyla bundan istifade edebilmesi için de insanın çalışıp çabalaması ve keşiflerde bulunması gerekmektedir.
Kur’ân’ın muhatabı insan ve amacı da ona yol göstermek ve kılavuzluk etmek olduğuna göre, sorumluluk ilkeleri de ancak insana yönelik olacak demektir Bu ilkeler de, helâl-haram; temiz-pis, doğru-yanlış, güzel-çirkin ve dengeli-dengesiz bir hayatla ilgilidir. Şayet bir insan, “tenzile iman”dan sonra helâl, temiz, doğru, güzel ve dengeli bir hayat yaşıyorsa, Kur’ân’ın öngördüğü İslâmî bir hayatı yaşıyor demektir.
Bir insanın, Kur’ân’da öngörülen bu ilkeleri yaşayabilmesi için öncelikle, hür irâdesine bağlı bir tercihle vahyi kabul etmesi, tenzile inanması ve daha sonra da Kur’ân’da yer alan bilgileri öğrenmek suretiyle hayatına taşıması gerekmektedir. Belki de Kur’ân’ın ilk vahyinin, “oku” olması, bu gerçeği hatırlatmak içindir. Zira bilgi elde etmenin en emin ve en sağlam yolu, okumak ve okuduğunu da anlamaktır. Kur’ân’ın insanı böyle bir emirle sorumlu tutmasında da şaşırılacak bir durum yoktur. Asıl şaşırılacak olan durum; Kur’ân’ın bu ve benzeri emirlerine ve onun açıkça ifade ettiği bilenlerle bilmeyenleri bir tutmayan evrensel ilkesine rağmen Müslümanların okumamaları ve Kur’ânî bilgileri elde etmek için çaba sarfetmemeleridir.
Kur’ân’da yer alan bilgileri “değer” açısından ele alacak olursak; bu bilgilerin merkezinde “iman’ olduğunu, sonra sırasıyla ahlâk, ibâdet, hukuk ve varlık âlemi ile ilgili bilgilerinin yer aldığını görürüz. Zira bu değerlendirme, Kur’ân’ın tenzil yönteminin ortaya koyduğu bir durumdur. Bu yönteme göre Mekke’de inen âyetlerin içeriği iman ve ahlâkî konuları ihtiva ederken, Medine’de inen âyetlerin içeriği genel anlamda ibâdet ve hukukla alâkalıdır.
Kur’an’da yer alan varlık âlemi ile ilgili bilgiler ise doğrudan imanla alâkalı olmamakla birlikte, imanın ana konusunu teşkil eden Allah’ın varlığına işaret eden ve insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk eden bilgiler olma özelliğini taşımaktadır. Bir başka ifâde ile bu bilgiler, iman, ahlâk ve ibâdettin dışında kalan fakat insanın, dine dönüşünü ve halîfelik sorumluluğunu yerine getirmesini sağlayıcı bilgilerdir. Bu sayede insan varlığını korumakta ve yaşamını kolaylaştırmaktadır.
Kur’an, aynı zamanda iman eden her insan için bir din kitabı olduğu kadar içinde kıssalar, darbımeseller ve ibret verici varlık olaylarının da anlatıldığı bir öğüt kitabıdır. Zira öğüt, akılsız insanı akıllı yapmasa da akıllı insanı harekete geçirebilme potansiyeline sahiptir. Bu da Kur’an’ın bir öğüt kitabı oluşundaki hikmeti ifade eder. Dolayısıyla inanan insanın Kur’anî bilgileri öğrenmesi, konumundan kaynaklanan sorumluluklarının bilincinde olması ve bu nedenle kulluk, insanlık ve halifelik sorumluluklarını dengeli bir biçimde yerine getirmesi, Kur’an’ın amaçları arasında önemli bir konuma sahiptir.