Çoğu insanın, “değerli olmak” tan ziyade “önemli olmak” için yoğun çaba harcadığı görülüyor. Zira günümüzde önemli olmak, güç sahibi olmak ve itibar kazanmak anlamına geliyor ve bu gücü de para ve makam temsil ediyor. Şayet bir insan zengin ise, ya da bir makama gelmiş veya getirilmiş ise, ihtiyacı olan insanlar nazarında önemli ve itibar sahibi oluyor. Değer ise, “Bir şeyin önemini belirlemeye yarayan soyut ölçü, bir şeyin değdiği karşılık, kıymet; bir varlığın psikolojik, toplumsal, ahlaksal ya da güzellik yönünden taşıdığı düşünülen yüksek ya da yararlı nitelik” olarak tanımlanıyor.
Bu da önemin, dışa/kimliğe dönük; değerin ise içe/kişiliğe dönük olduğunu gösteriyor. Somut bir örnekle söyleyecek olursak önem, kağıt paraya, değer ise altına benziyor. Nitekim kağıt paranın, kağıt parçası olarak bir değer ifade etmediği, onu değerli kılanının arkasındaki güç/devlet olduğu biliniyor. Devlet, ekonomisi başta olmak üzere güçlü ise, parası da güçlü; zayıfsa parası da zayıf oluyor. Bunun gibi kişilik ve nitelik olarak değerli olmadığı halde para veya makam sayesinde önemli olan kişiler, servetlerini ya da makamlarını kaybettiklerinde tıpkı arkasında devlet gücü olmayan kağıt para gibi değersizleşiyorlar. Ama değerde böyle bir durum söz konusu olmuyor, zira değer insanların özünden/ kişiliğinden kaynaklandığı için, servetleri ve makamları olmasa da değerli oluyorlar. Bu değerlerin de, insanın söz ve davranışlarına göre iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış ve sevap-günah şeklinde nitelendirildiği; bunlardan “sevap-günah” olarak nitelendirilenlerin dinî değerleri; “iyi-kötü” şeklinde nitelendirilenlerin, ahlakî değerleri ve “güzel-çirkin” şeklindeki değerlendirilenlerin ise sanatsal değerleri ifade ettiği görülüyor.
Söz konusu bu değerler, bilim adamları tarafından farklı şekillerde bir tasnife tabi tutulmuş olsalar da bunlar arasında “amaç değerler” ve “araç değerler” şeklinde yapılan tasnifin daha çok dikkat çektiği müşahede ediliyor ve “hayatın ana hedeflerini ve temel amaçlarını gösteren değerlere, amaç değerler”; bu amaçlara ulaşmak için kullanılan davranış türlerine de araç değerler, deniliyor. Ancak böyle bir sınıflandırma ve tanımın, Kur’an açısından bir sorun oluşturmadığı görülse de, amaç değerler ile araç değerlerin ne/neler olduğu konusunda ileri sürülen görüşlerin Kur’an’ın açıkladığı amaçlar arasında nitelik ve nicelik açısından tam bir uyumun bulunmadığı da anlaşılıyor. Zira Kur’an’da amaç değer olarak duaya/ kulluğa özel vurgu yapıldığı ve kulluğun da sadece Allah’a yapılmasının istendiği; araç değerlerin ise kulu, bu amaca götüren ve bunu sağlayan değerlerin bütünü olarak açıklandığı görülüyor. Nitekim bu gerçeği ifade eden ayette, “Duanız/kulluğunuz olmasa Allah size ne diye değer versin” [1] denilmekte; yaratılışımızın amacını açıklayan bir ayette ise kimin daha güzel iş yapacağını ve güzel davranışlarda bulunacağını denemek için hayatın ve ölümün yaratıldığı bilgisi yer almakta; [2] kulu Allah’a götüren araç değerlerin ise iman, ahlak, ibadetler ve amel-i salih olarak açıklandığı ve bunların da insanın Allah’a karşı olan sevgisini ve saygısını gösteren davranış tarzları olduğu ifade edilmektedir.
İdeolojilerin aksine Kur’an’ın önerdiği hayat tarzı, bir bütündür ve hayatın hem başını hem de sonunu; bir başka ifade ile hem dünya hem de ahiret hayatını kapsamaktadır. Bu nedenle Kur’an’da, hayatın öncesi “dünya hayatı”, sonu ise “ahiret hayatı” olarak tanımlanır. Ayetlerde “el-hayatüd’dünyâ (yakın hayat/ dünya hayatı)” ve “el-hayatü’l ahira (son hayat)” ifadeleri tek bir hayatın iki veçhesini açıklamak için kullanılır. Bu tanımdan dolayıdır ki sadece dünya hayatını merkeze alıp ahiret hayatını kabul etmeyenler ve onu yok sayanlar şiddetle kınanmıştır.
Kulluk, hayatı Allah’ın buyrukları doğrultusunda kurallı yaşamaktır. İman ve ibadet etmenin yanında, haramlardan uzaklaşmak, davranışları Kur’an’ın gösterdiği ahlakî doğrultuda gerçekleştirmek, kendisine emanet edilen yeryüzünü korumak ve imar etmek; hayırda yarışmak, kısaca erdemli bir hayatı tercih etmektir. Bu kulluk, yeryüzünde mütevazi yürümeyi, cahillerden yüz çevirmeyi, yanlış ve günahlardan dönmeyi (tövbe), cimrilik yapmamayı, israf etmemeyi, dengeli yaşamayı, sadece Allah’a yönelmeyi, adam öldürmemeyi, zina etmemeyi, yalan şahitlik yapmamayı, mâlâyâni şeylerle uğraşmamayı, Kur’an’a karşı sağır ve dilsiz gibi davranmamayı vs. gerektirmektedir.
İşte bu niteliklere sahip olanlar, cenneti hak eden kullardır. [3] “Sahte tanrılara kulluk etmekten kaçınan, yüzünü ve özünü Allah’a çevirenlere” [4] O’nun müjdesi de cennettir. [5] Nitekim böyle kullara ahiret yurdunda şöyle denilecektir: “Sen O’ndan razı, O da senden hoşnut olarak rabbine dön. Böylece has kullarımın arasına sen de katıl. Cennetime gir.” [6] Zira onlar, bu dünyada Allah’a yaptıkları samimi kulluk sebebiyle cennete girmeyi hak edenlerdir, hak etmeden cennete girilemeyeceğini bilen ve bunun bilincinde olanlardır. Çünkü dünya hayatı, insanlar için sadece bir oyun ve eğlenceden ibaret değil, aynı zamanda en güzel işlerin yapıldığı ve hayırda yarışıldığı bir imtihan yeri, kendisinden nasip alınacak, fakat ahiret için de hazırlık yapılacak bir zaman dilimidir. Bu nedenle Allah Teâlâ, bizden yaradılış amacımız olan kulluğu, bu dünyada kendi rızasına uygun olarak doğru, iyi ve güzel biçimde yapmamızı ve bu doğrultuda yaşamamızı istemiştir. Bu da ancak samimi bir kul olmakla mümkündür.
Samimi kulluğun ruhu ve özü ise ihlastır. Bu nedenle Kur’an’da, ibadetlerimiz başta olmak üzere bütün davranışlarımızda, ihlaslı olmamız ve onları ihsan ile yapmamız talep edilmiştir. İhlaslı olmak, riyakâr olmamak ve gösterişe kaçmamak; ihsan ise bütün işleri doğru ve güzel yapmak demektir. Bunun için her insanın önce “kulluk bilgisine”, sonra da “kulluk bilincine” ulaşması gerekiyor. Allah Teâlâ’nın bu araç değerlerle kullarına, ahlakî erdem, tutum ve davranış kazandırmayı amaçladığı anlaşılıyor. Kulun hayatından erdemli davranışlar (ahlak) çıkartılırsa geriye sadece ritüel, şekilcilik, bir diğer ifade ile ruhsuz bir beden gibi, ahlaksız bir dindarlık görüntüsü kalır. Bu da Allah Teâlâ’nın tasvip etmediği, hatta kınadığı bir davranış tarzı ve hayat biçimidir. Böyle yaşamın sonu ise hüsrandır. Kur’an’da peygamberler üzerinden bu hüsranın acı örnekleri sunulmuştur ve bizden de bu örneklerden ders almamız istenmiştir.
Nitekim Kur’an’da Allah’ı bırakıp elleriyle yaptıkları düzmece tanrılara tapanlara; samimi kulluktan uzak, nefsin arzularını ve tutkularını veya çeşitli fâni varlıkları, nesneleri, makam ve mevkileri Allah’a kul olmanın üstünde tutanlara yönelik ciddî uyarılar mevcuttur. Bu uyarılan başında da insanların insanlara, nefsine, makama, paraya, Hz. Peygamber’in ifadesiyle “altın, gümüş ve lükse kul” [7] olmaması ve bunları tanrılaştırması gelmektedir. Dolayısıyla insanın Allah katındaki değeri de yalnız O’na kul olup O’nun dışındaki her şeyden özgürleşmesine, daha açık bir ifade ile araç değerlere haddinden fazla önem vererek amaç değerler haline getirmemesine bağlı bulunmaktadır.