“Saygı görme, değerli bulunma, güvenilir olma” ya itibar veya prestij deniliyor. Dolayısıyla itibar, insanların sahip olmak istediği, arzuladığı, fakat çok az kişinin buna ulaşabildiği değerlerin başında yer alıyor. İtibar sahibi olabilmek için her şeyden önce insanın, güvenilir olması; güvenilir olmak için de dürüst olması gerekiyor. Zira dürüst olmadan güven, güven olmadan da itibar elde edilemiyor. Dürüstlük güven için asgari şart olsa da tek başına yeterli olamıyor, bunun yanında tutarlı ve dengeli olmak, empati yapmak, sorumluluk bilincine ve olumlu düşüncelere de sahip olmak gerekiyor. Bu nitelikler bir kişide birleştiğinde, ancak güven ve itibar oluşuyor /oluşabiliyor.
Her ne kadar bazı gruplar ve toplumlar nezdinde bir şeye mensubiyet, itibar vesilesi sayılsa da, aslında kişiliksiz kimliğin bir değeri de bulunmuyor. Bu nedenle itibar, verilen veya var sayılan bir kimliği değil, kazanılan ve hak edilen bir kişiliği yansıtıyor. Zira emek vermeden ve çaba göstermeden sahip olunan kimlik, çoğu zaman sanal itibardan öte bir anlam ifade etmiyor. Kimi insan kişiliğe, ahlaka, doğruluk ve dürüstlüğe itibar edip saygı gösterirken; kimi insanların da kimliğe, şekle, makam ve mevkilere veya şöhrete önem ve değer verdikleri, itibar ettikleri görülüyor.
“Akşehir’in beyleri, Nasreddin Hoca’yı yemeğe davet etmişler. Hoca nereden bilsin; davete, günlük kıyafetiyle katılmış. Katılmış ama ne hoş geldin, ne sefa getirdin diyen var. Herkes, allı pullu kıyafetlilere el pençe duruyormuş. Hoca, bir koşu evine giderek, sandıktaki işlemeli kürkünü giyip yemeğe geri dönmüş. Az evvel hoş geldin bile demeyenler, önünde yerlere kadar eğilmişler. Hoca’yı, yere göğe sığdıramayıp baş köşeye oturtmuşlar. Kuzunun en hasını önüne koymuşlar. Herkes Hoca’nın yemeğe başlamasını bekliyormuş. Hoca, bir taraftan kürkünün kolunu sofrada sallamaya, bir taraftan da “Ye kürküm ye, ye kürküm ye!” demeye başlamış. “İlahi Hoca”, demişler, “kürkün yemek yediğini kim görmüş?” Hoca taşı gediğine koymakta gecikmemiş: “Kürksüz adamdan sayılmadık… İtibarı o gördü, yemeği de o yesin” [1] der. Bu fıkra, itibarın insana ve onun kişiliğine değil de, kılık-kıyafete ve şekle önem ve değer verildiğini gösteren bir örnektir ve bize de önemli bir mesaj vermektedir.
Bireysel itibarın yanında bir de kurumsal itibardan söz etmek gerekiyor. Bir kuruma mensup olan itibarlı kişiler, o kuruma itibar kazandırdığı gibi, kurumlar da mensuplarına itibar kazandırırlar. Bu nedenle pek çok insan, kendini tanıtırken okuduğu okulun veya çalıştığı kurumun adını söyleme ihtiyacı hisseder. Benzer uygulamayı, kurum temsilcileri de yapar ve mensupları arasından itibarlı kişilerin adlarını zikrederek, kurumlarına itibar kazandıracaklarını düşünürler; kimileri de sevmedikleri veya rakip gördükleri kurumları itibarsızlaştırmak için karalamayı marifet sayarlar
İlk okulda okuduğum 1950’li yıllarda “Yerli Malı Haftası” düzenlenir ve yerli mallarının kullanımı teşvik edilirdi. Gel gör ki yerli malları, o günkü şartlarda kaliteli olmazdı, bu nedenle de kısa sürede bozulurdu. Bu da yerli mallarına karşı güvensizlik oluşturur, daha ziya de Alman malları tercih edilirdi. Neden Alman mallarının tercih edildiğini ise seneler sonra Bosch‘un kurucusu Robert Bosch’un “İnsanların güvenini kaybetmektense para kaybetmeyi tercih ederim” sözünü duyduğumda daha iyi anlamıştım. Zira bu söz, ürünlerine olan güvenini yansıtıyordu. Bu nedenledir ki güven, hayatın her alanında olması gereken en temel kurallardan biridir, diğer kurallar bundan sonra gelir. Çünkü güvensizlik, ilişkileri tahrip eden bir “bubi tuzağı” na benzer. Hz. Peygamber’in Müslüman’ı “Dilinden ve elinden diğer Müslümanların/insanların emin olduğu kişi” [2] olarak tanımlaması, bunu ifade etmektedir. Nitekim güvenilir bir kişiliğe sahip olduğu içindir ki ona, “Muhammed’ ül-emin/ güvenilir Muhammed” denilmiştir.
Bu nedenle bir Müslüman’ın da Peygamberi gibi güvenilir olması gerekir. Ama ne hazindir ki kimi Müslümanın, bu güveni topluma vermediği/veremediği görülüyor, dolayısıyla böyle Müslümanlara da güven duyulmuyor. Kimi Müslüman da kendi gurubundan veya cemaatinden olmayan insanlara güven duymuyor, bunula da yetinmiyor , ayrıca onları itibarsızlaştırmak için de çaba harcıyor.
“1980’li yıllar. Oturma grubumuzdan biri, diş tabibi idi ve oturmamıza ilk katılanlar arasında yer alıyordu. Ara sıra kendisini ziyarete giderdim, bazen de diş tedavisi için gittiğim olurdu. Bir defasında dişimi temizletmek için gitmiştim. Diş temizliğinden sonra sohbete başlamıştık. O sırada içeriye kısa boylu, tıknaz biri girdi ve “Doktor bey, ben bir haftadır cünüpmüşüm, şu dişlerimdeki kaplamaları sök” dedi. Bir hafta önce diş kaplaması ve dolgusu yaptırmış olan bir müşterisiydi. Diş tabibi arkadaşım, bir anda şaşırdı ve sözlerine bir anlam veremedi. “Nasıl yani?” demekle yetindi.
O adam, “Diş dolgusu ve kaplaması gusle mani oluyormuş” karşılılığını verdi. Diş tabibi arkadaşım, “Kim söyledi?” dedi. O adam da “Benim bir hocam var, o söyledi ” diye cevap verdi. Tabip, bu defa “Bak burada benim de bir hocam var, ona sor!” dediğinde o adam, bana dönerek “Sen neyin hocasısın?” dedi. Ben de “İlâhiyatta hocayım” dedim.
Bununun üzerine o adam, “Olmaz, sen devletin adamısın, devletin adamından hoca olmaz” diyerek kimliğime yönelik düşüncesini de açıklamış oldu. Ben onun ne demek istediğini anlamıştım. Ona, “Bana sorma ama il müftüsü değerli bir alim, ona sor” diye bir karşılık verdim. O adam, bu defa “O da devletin adamı ” dedi. Bu sefer şehrin tanınmış hocalarından birinin adını vererek ona sormasını istedim. “O da devletin adamı, bir zamanlar Diyanet’te çalışmış biri.” diye cevap verdi. Gözlerimin önünde ne kadar kaplama ve dolgu varsa hepsini söktürdü. Diş dolgusunun ve kaplamasının bu kadar sorun hâline getirildiğini o adamın tavrından öğrenmiş oldum.” [3]
O zaman anladım ki o adamın ve hocasının nazarında hem ilahiyatın, hem de Diyanet’in bir itibarı yoktu. Zira bu adam hem ilahiyata, hem de Diyanete güvenmiyordu. Dolayısıyla bu kurumlarda çalışanlara da güvenmiyor ve saygı duymuyordu. Güvensizlik kaynağının ise bu kurumlara mensup insanların ilmî yetersizliklerinden değil de kurumsal aidiyetlerinden kaynaklandığı anlaşılıyordu. Zira o kişi, ne benim görüşümü sormuş, ne de referans verdiğim kişilere sorma ihtiyacı hissetmişti. İşin doğrusu nedir, ne değildir? Bırakınız öğrenmeyi, bunu sorma ihtiyacı dahi hissetmemiş, üstelik ön yargı ve kategorik bir düşünce ile bu iki kurumu ve mensuplarını peşinen mahkum etmişti. Bu sadece bir örnek, daha nice örnekler söz konusudur. Bu olay, bu konuda bir sorunun olduğunu gösteriyordu. Bu sorun, bireylerden ve kurumlardan mı, yoksa ön yargılardan mı kaynaklanıyordu? Bu sorunun doğru cevabını vermek için araştırmak ve iyi analiz yapmak gerekiyor. Bununla birlikte bu konuda yüzeysel de olsa birkaç söz söylemek de icap ediyor:
Sayılarının fazla oluşu ve buna bağlı olarak da kalite eksikliği nedeniyle ilahiyat fakültelerinin kurumsal itibarı zayıflamış olsa da, mensupları arasında ilmî kişiliği ile temayüz etmiş, saygıyı hak eden pek çok değerli bilim insanı da bulunuyor. Bu nedenle kategorik olarak bu kurumlara karşı olmanın bir anlamı olmadığı ya da önyargılı olmaktan öte bir anlam ifade etmediği anlaşılıyor. Oysa yapılması gereken bu kurumları itibarsızlaştırmak değil, mensuplarının hatalarını genelleştirmeden analitik bir bakış açısıyla göstermek ve ilmî yöntemlere uygun olarak eleştirmek olmalıdır. Zira eleştiri, ilmî gelişmenin ve düşünce üretmenin olmazsa olmaz şartlarından biridir ve belki de en önemlisidir. Çünkü tenkit, aşırılıkları törpüleyen ve olgunlaşmasını sağlayan bir niteliğe sahiptir. Bununla birlikte usulsüzlük, yöntemsizlik, kıskançlık ve duygusallık gibi sebeplerle olumsuz tenkitlerin yapıldığı da görülüyor.
Tenkit, “Bir insanı, bir eseri, bir konuyu, doğru ve yanlış yanlarını bulup göstermek ereği/amacı ile inceleme işi” olarak tanımlanmaktadır. Bu tanım, elemeyi ve tefrik etmeyi gerektirmektedir. Elemek, doğru ile yanlışı birbirinden ayırmayı, tefrik ise, farklılıkları göstermeyi ifade eder. Bu da eleştirmenin, eleştirdiği konuda uzman ve amacının da doğru olmasını gerekli kılar. Zira bir antikanın değerini, ancak antikacı anlar. Dolayısıyla eleştiride yöntem, amaç ve üslup büyük önem arz eder. Bunu sağlayabilmek için de tenkitin tutarlı ve mantıklı olması icap eder. Bu nedenle eserlere ve düşüncelere önyargı veya kalıp yargı ile yaklaşılmaması gerekmektedir. Zira gerçek bir eleştiride ön yargı, kalıp yargı ve hakaret yoktur. Çünkü eleştirinin asıl amacı, “üzüm yemektir, bağcıyı dövmek değildir”. “Takdirsiz tenkidin, tenkitsiz takdirin bir değeri yoktur” ilkesi, her zaman geçerli bir kuraldır. Bu nedenle insanlar ve kurumlar eleştirilmeli, ama ön yargı veya kalıp yargı ile asla itibarsızlaştırılmamalıdır.
[1] wikisource.org Ye Kürküm Ye ,4 Ocak 2022.
[3] Celal Kırca, Bir Nesle Mensubiyetin Hikayesi, İstanbul 2018, s. 399