İTİBAR(SIZLIK) SORUNUMUZ
MAKALE
Paylaş
27.03.2025 22:09
542 okunma
Prof. Dr. Celal Kırca

“Saygı görme, değerli bulunma, güvenilir olma” ya itibar veya prestij deniliyor.  Dolayısıyla itibar, insanların sahip olmak istediği, arzuladığı, fakat çok  az kişinin buna  ulaşabildiği değerlerin başında yer alıyor. İtibar sahibi olabilmek için her şeyden önce insanın, güvenilir olması; güvenilir olmak için de dürüst olması gerekiyor. Zira dürüst olmadan güven, güven olmadan da itibar elde edilemiyor. Dürüstlük güven için asgari şart olsa da tek başına yeterli olamıyor, bunun yanında tutarlı ve dengeli olmak, empati yapmak, sorumluluk bilincine ve olumlu düşüncelere de sahip olmak gerekiyor. Bu nitelikler bir kişide birleştiğinde, ancak güven ve itibar oluşuyor /oluşabiliyor.

Her ne kadar bazı gruplar ve toplumlar nezdinde bir şeye mensubiyet, itibar vesilesi sayılsa da, aslında kişiliksiz kimliğin  bir değeri  de  bulunmuyor. Bu nedenle itibar, verilen veya var sayılan  bir kimliği değil, kazanılan ve hak edilen bir kişiliği  yansıtıyor.  Zira emek vermeden ve çaba göstermeden sahip olunan kimlik, çoğu zaman sanal itibardan öte bir anlam ifade etmiyor. Kimi insan kişiliğe, ahlaka, doğruluk ve dürüstlüğe itibar edip saygı gösterirken; kimi insanların da kimliğe, şekle, makam ve mevkilere veya şöhrete  önem ve değer verdikleri, itibar ettikleri  görülüyor.

“Akşehir’in beyleri, Nasreddin Hoca’yı yemeğe davet etmişler. Hoca nereden bilsin; davete, günlük kıyafetiyle katılmış. Katılmış ama ne hoş geldin, ne sefa getirdin diyen var.  Herkes, allı pullu kıyafetlilere el pençe duruyormuş. Hoca, bir koşu evine giderek, sandıktaki işlemeli kürkünü giyip yemeğe geri dönmüş. Az evvel hoş geldin bile demeyenler, önünde yerlere kadar eğilmişler. Hoca’yı, yere göğe sığdıramayıp baş köşeye oturtmuşlar. Kuzunun en hasını önüne koymuşlar. Herkes Hoca’nın yemeğe başlamasını bekliyormuş. Hoca, bir taraftan kürkünün kolunu sofrada sallamaya, bir taraftan da “Ye kürküm ye, ye kürküm ye!” demeye başlamış. “İlahi Hoca”, demişler, “kürkün yemek yediğini kim görmüş?” Hoca taşı gediğine koymakta gecikmemiş: “Kürksüz adamdan sayılmadık… İtibarı o gördü, yemeği de o yesin” [1] der.  Bu fıkra, itibarın insana ve onun kişiliğine değil de, kılık-kıyafete ve şekle önem ve değer verildiğini gösteren  bir örnektir ve  bize de önemli bir  mesaj vermektedir.

Bireysel itibarın yanında bir de kurumsal itibardan söz etmek gerekiyor. Bir kuruma mensup olan itibarlı kişiler, o kuruma itibar kazandırdığı gibi, kurumlar  da mensuplarına itibar kazandırırlar.  Bu nedenle pek çok insan, kendini tanıtırken okuduğu okulun veya çalıştığı kurumun adını söyleme ihtiyacı hisseder. Benzer uygulamayı, kurum temsilcileri de yapar ve mensupları arasından itibarlı kişilerin adlarını zikrederek, kurumlarına itibar kazandıracaklarını düşünürler; kimileri de sevmedikleri veya rakip gördükleri kurumları itibarsızlaştırmak için karalamayı marifet sayarlar

İlk okulda okuduğum 1950’li yıllarda “Yerli Malı Haftası” düzenlenir ve yerli mallarının kullanımı teşvik edilirdi. Gel gör ki yerli malları, o günkü şartlarda kaliteli olmazdı, bu nedenle de kısa sürede bozulurdu. Bu da yerli mallarına karşı güvensizlik oluşturur, daha ziya de Alman malları tercih edilirdi. Neden Alman mallarının tercih edildiğini ise seneler sonra  Bosch‘un kurucusu Robert Bosch’un “İnsanların güvenini kaybetmektense para kaybetmeyi tercih ederim” sözünü duyduğumda daha iyi anlamıştım. Zira  bu söz, ürünlerine olan güvenini yansıtıyordu. Bu nedenledir ki güven, hayatın her alanında olması gereken en temel kurallardan biridir, diğer kurallar  bundan sonra gelir.  Çünkü güvensizlik, ilişkileri tahrip eden bir “bubi tuzağı” na benzer. Hz. Peygamber’in Müslüman’ı “Dilinden ve elinden  diğer Müslümanların/insanların emin olduğu kişi” [2] olarak tanımlaması, bunu ifade etmektedir. Nitekim güvenilir bir kişiliğe sahip olduğu içindir ki  ona,  “Muhammed’ ül-emin/ güvenilir Muhammed” denilmiştir.

Bu nedenle  bir Müslüman’ın da  Peygamberi gibi güvenilir olması gerekir. Ama  ne  hazindir ki kimi Müslümanın, bu güveni  topluma vermediği/veremediği görülüyor, dolayısıyla böyle Müslümanlara da güven duyulmuyor. Kimi Müslüman da  kendi gurubundan  veya cemaatinden  olmayan  insanlara güven duymuyor, bunula da yetinmiyor ,  ayrıca onları itibarsızlaştırmak için de  çaba harcıyor.

“1980’li yıllar. Oturma grubumuzdan biri, diş tabibi idi ve oturmamıza ilk katılanlar arasında yer alıyordu. Ara sıra kendisini ziyarete giderdim, bazen de diş tedavisi için gittiğim olurdu. Bir defasında dişimi temizletmek için gitmiştim. Diş temizliğinden sonra sohbete başlamıştık. O sırada içeriye kısa boylu, tıknaz biri girdi ve “Doktor bey, ben bir haftadır cünüpmüşüm, şu dişlerimdeki kaplamaları sök” dedi. Bir hafta önce diş kaplaması ve dolgusu yaptırmış olan bir müşterisiydi.  Diş tabibi  arkadaşım, bir anda şaşırdı  ve sözlerine  bir anlam veremedi. “Nasıl yani?” demekle yetindi.

O adam, “Diş dolgusu ve kaplaması gusle mani oluyormuş” karşılılığını verdi.  Diş tabibi arkadaşım, “Kim söyledi?” dedi. O adam da “Benim bir hocam var, o söyledi ” diye cevap verdi. Tabip,  bu defa “Bak burada benim de bir hocam var, ona sor!” dediğinde o adam, bana dönerek “Sen neyin hocasısın?” dedi. Ben de “İlâhiyatta hocayım” dedim.

Bununun üzerine o adam, “Olmaz, sen devletin adamısın, devletin adamından hoca olmaz” diyerek kimliğime yönelik düşüncesini de açıklamış oldu.  Ben onun ne demek istediğini anlamıştım. Ona, “Bana sorma ama il müftüsü değerli bir alim,  ona  sor” diye bir karşılık  verdim. O adam, bu defa “O da devletin adamı ” dedi. Bu sefer şehrin tanınmış hocalarından birinin  adını vererek ona sormasını istedim. “O da devletin adamı,  bir zamanlar Diyanet’te çalışmış biri.” diye  cevap verdi. Gözlerimin önünde ne kadar kaplama ve dolgu varsa hepsini söktürdü. Diş dolgusunun ve kaplamasının bu kadar sorun hâline getirildiğini o adamın tavrından öğrenmiş oldum.” [3]

O zaman anladım ki o adamın ve hocasının nazarında hem ilahiyatın, hem de Diyanet’in bir itibarı yoktu. Zira bu adam hem ilahiyata, hem de Diyanete güvenmiyordu. Dolayısıyla bu kurumlarda çalışanlara da güvenmiyor ve saygı duymuyordu. Güvensizlik kaynağının ise bu kurumlara mensup insanların ilmî yetersizliklerinden değil de kurumsal aidiyetlerinden kaynaklandığı anlaşılıyordu.  Zira o kişi, ne benim görüşümü sormuş, ne de referans verdiğim kişilere sorma ihtiyacı hissetmişti. İşin doğrusu nedir, ne değildir?  Bırakınız  öğrenmeyi, bunu sorma ihtiyacı dahi hissetmemiş, üstelik  ön yargı ve kategorik bir düşünce ile bu iki kurumu  ve mensuplarını peşinen mahkum etmişti. Bu sadece bir örnek, daha nice örnekler söz konusudur. Bu olay, bu konuda bir sorunun olduğunu gösteriyordu. Bu sorun, bireylerden ve kurumlardan mı, yoksa ön yargılardan mı kaynaklanıyordu?  Bu sorunun doğru  cevabını vermek için araştırmak ve iyi analiz yapmak gerekiyor. Bununla birlikte  bu konuda  yüzeysel de olsa  birkaç söz söylemek  de icap ediyor:

Sayılarının fazla oluşu ve buna bağlı olarak da kalite   eksikliği nedeniyle ilahiyat fakültelerinin kurumsal itibarı zayıflamış olsa da, mensupları arasında ilmî kişiliği ile temayüz etmiş,  saygıyı hak eden  pek çok  değerli  bilim insanı da  bulunuyor.  Bu nedenle kategorik olarak bu kurumlara karşı olmanın bir anlamı olmadığı ya da önyargılı olmaktan öte bir anlam ifade etmediği anlaşılıyor.  Oysa yapılması gereken  bu kurumları itibarsızlaştırmak değil, mensuplarının hatalarını genelleştirmeden analitik bir bakış açısıyla göstermek ve ilmî yöntemlere uygun olarak eleştirmek olmalıdır. Zira eleştiri, ilmî gelişmenin ve düşünce üretmenin olmazsa olmaz şartlarından biridir ve  belki de en önemlisidir. Çünkü tenkit, aşırılıkları törpüleyen  ve olgunlaşmasını sağlayan bir niteliğe  sahiptir. Bununla birlikte usulsüzlük, yöntemsizlik, kıskançlık ve duygusallık gibi sebeplerle  olumsuz tenkitlerin yapıldığı da görülüyor.

Tenkit, “Bir insanı, bir eseri, bir konuyu, doğru ve yanlış yanlarını bulup göstermek ereği/amacı ile inceleme işi” olarak tanımlanmaktadır.  Bu  tanım, elemeyi ve tefrik etmeyi gerektirmektedir.  Elemek, doğru ile yanlışı birbirinden ayırmayı, tefrik ise, farklılıkları göstermeyi ifade eder.   Bu da  eleştirmenin, eleştirdiği konuda  uzman ve amacının da doğru  olmasını gerekli kılar.  Zira bir  antikanın değerini, ancak antikacı anlar.   Dolayısıyla eleştiride  yöntem, amaç  ve üslup  büyük önem arz eder. Bunu sağlayabilmek için de tenkitin tutarlı  ve mantıklı olması icap eder. Bu nedenle eserlere ve düşüncelere  önyargı veya kalıp yargı ile yaklaşılmaması gerekmektedir. Zira gerçek bir  eleştiride  ön yargı,  kalıp yargı ve hakaret yoktur. Çünkü eleştirinin  asıl amacı, “üzüm yemektir, bağcıyı dövmek değildir”. “Takdirsiz tenkidin, tenkitsiz takdirin bir değeri yoktur”  ilkesi,  her zaman  geçerli bir kuraldır.  Bu nedenle insanlar ve kurumlar eleştirilmeli, ama  ön yargı veya kalıp yargı ile  asla itibarsızlaştırılmamalıdır.



[1] wikisource.org Ye Kürküm Ye ,4 Ocak 2022.

[2] Buharî, İman,4.

[3] Celal Kırca, Bir Nesle Mensubiyetin Hikayesi, İstanbul 2018, s. 399

 

Yorum Ekle
Adınız :
Başlık :
Yorumunuz :

Dikkat! Suç teşkiledecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

sanalbasin.com üyesidir

ANA HABER GAZETE
www.anahaberyorum.com
İşin Doğrusu Burada...
İLETİŞİM BİLGİLERİMİZ
BAĞLANTILAR
KISAYOLLAR
anahaberyorum@hotmail.com
0312 230 56 17
0312 230 56 18
Strazburg Caddesi No:44/10 Sıhhiye/Çankaya/ANKARA
Anadolu Eğitim Kültür ve Bilim Vakfı
Anadolu Ay Yayınları
Ayizi Dergisi
Aliya İzzetbegoviç'i
Tanıma ve Tanıtma Etkinlikleri
Ana Sayfa
Yazarlarımız
İletişim
Künye
Web TV
Fotoğraf Galerisi
© 2022    www.anahaberyorum.com          Tasarım ve Programlama: Dr.Murat Kaya