İSLAM HUKUKUNDA ZARURAT DÜZEYİNDE TEMEL GAİ DEĞERLERİN
EVRENSEL BOYUTU
MAKALE
Paylaş
24.05.2020 13:52
3.729 okunma
Av. Necati Kırış

GİRİŞ

İslam, insanların dünyevi ve uhrevi mutluluğunu sağlamaya yönelik olarak birtakım amaç ve hedefleri gözeterek temel hükümler vazetmiştir. İslam hukuk edebiyatında, temel fıtri/doğal ve zorunlu ihtiyaçların giderilmesini amaçlayan bu zarurat düzeyindeki gaye ve hedeflere mekâsıd-ı şerîa denilmektedir. Bu amaç ve hedeflerin fıtrî ve zorunlu olması, kişiler açısından bağlayıcılığını ortaya koymakta, hukuken mükellef sayılan kimselere, yaptığı işin doğruluğu konusunda bir bilinç ve gönül tatmini sağlamaktadır.

İslam hukukçuları (fıkıhçılar) tarafından tespit edilen zarurat düzeyindeki bazı külli/tümel gaye ve değerlerin ötesinde, daha üst değerlerin varlığını ileri süren hukukçular olduğu gibi, bunlara ilave olarak yeni üst değerlerin belirlenmesi gerektiğini düşünenler de olmuştur. Dolayısıyla makâsıd-ı şerîa denilen zaruri külli/tümel gaye ve hedeflerin yeniden ele alınarak tasnifi, bunlara yeni değerlerin eklenip eklenemeyeceği ya da bu değerlerin daha üst/çatı değerler altında toplanıp toplanamayacağı gibi konularda yeni çalışmalara ihtiyaç bulunduğu söylenebilir. Ayrıca İslam hukukundaki bu zaruri değer ve ilkelerin nitelikleri itibariyle evrensel değerler de olması nedeniyle, günümüz dünyasında insan hak ve özgürlükleri konusunda yaşanan ciddi sorunlara çözüm sunabilecek ve insan hakları ilkesine bağlılığı motive edecek şekilde yeniden güncellenmesi yararlı olacaktır.

I. ZARURATIN TANIMI VE NİTELİĞİ

A. TANIMI

Zarurat, İslâm hukukunda birey ve toplumlar için vazgeçilmez görülen değerlerin korunmasıyla ilgili düzenlemeler ve bunların sağladığı yararlar; İslam’ın gözettiği gaye ve yararların zarurat-hâcât-tahsînât şeklindeki üçlü ayırımında en üst dereceyi teşkil eden beş temel değer anlamında hukuk usulü (usul-i fıkıh) kavramıdır.[1] Zarurat, zaruret kelimesinin çoğulu olup zaruri/zorunlu olanlar demektir. Zaruret de, gerekli, zorunlu, kaçınılmaz olan anlamına gelir. Makâsıd kavramı ise sözlükte ulaşılması hedeflenen yer anlamına gelen maksıd kelimesinin çoğuludur. Istılahî manası, kanun koyucunun hüküm koymadaki maksadını ve hukuk düzeninden beklediği yararları ifade eder.

İslam hukuk usulü (fıkıh usulü) âlimleri zarurat kavramını farklı şekillerde tanımlamışlardır. Gazali, zarurat kavramıyla ilgili olarak hocası Cüveynî gibi sadece zaruret derecesine ulaşmış maksat şeklinde genel bir tanım yapmıştır.[2] Zaruratın kapsamlı tarifi, Şâtıbî ve İbni Âşûr tarafından yapılmıştır.

Zarurat; Onsuz olmayan, din ve dünya işlerinin ayakta durması kendilerine bağlı bulunan hususlardır. Eğer bunlar bulunmayacak olsa, dünya işleri normal işleyen seyrinden çıkar, fesat ve kargaşa doğar, hayat son bulur. Keza, bunların bulunmaması durumunda ahrette de kurtuluşa erme ve cennet nimetlerine kavuşma imkânı ortadan kalkar, apaçık bir hüsrana maruz kalınır.” [3] Bu tanımda ortaya çıkan en belirgin özellik, zaruret düzeyindeki ihtiyaçların bireyler tarafından kendi başlarına korunmasının mümkün olmaması ve bunların ancak devlet otoritesiyle korunabilmesidir.

B. NİTELİĞİ

İslam Hukuk Felsefesinde incelenen Makâsıd içtihadı, sahabeden sonraki dönemde mezhep taassubunun, hile-i şer’iyenin ve kabileciliğin toplumda yayılmaya başlamasına karşı yürütülen, öncülüğünü Cüveynî, Gazali, Şâtıbî, Aşur, Razi, İbn-i Teymiye gibi düşünürlerin yaptığı ve kanun koyucunun hüküm koyarken hedeflediği temel amaçsal manaları anlamaya yönelik çalışmadır. Günümüz hukuk sistemlerinde gaî yorum olarak bilinen Makâsıd içtihadı, hâkimlerin kanunları yorumlarken ya da takdir yetkisini kullanırken yararlanacağı bir yöntem olarak ifade edilmiştir.

Bu yönteme göre, yargı mercileri yasalara anlam verirken yasanın tümüne hâkim olan anlam ve hedefleri göz önünde tutmalıdır.[4] Genel olarak İslam hukukuna ilişkin hükümlerin gayelerini anlamayı amaçlayan Makâsıd içtihadı, önceki dönemlerde hukukun kaynaklarından kıyas içinde ele alınırken, sonradan Şâtıbî gibi bazı âlimlerin çalışmaları sonucunda kıyası da aşarak genel bir hukukî bakış açısına kavuşmuştur.[5]

Zarurat diye anılan beş temel ilkenin tespitinde, hem bu ilkelerin yer aldığı Kitap ve Sünnet nassları esas alınmış, hem de istikra (tümevarım) yöntemi kullanılmıştır. İslam hukukunun temel kaynaklarından olan Kitap ve Sünnet yani nasslar bilinmektedir. İstikra ise, kısaca cüzi önermelerden külli bir sonuca ulaşılmasını sağlayan akıl yürütme yöntemidir. Sözlükte “bir şeyin durumunu ve özelliklerini öğrenmek için araştırma yapma, çaba harcama” anlamına gelen istiḳrâ mantıkta cüzîden/tikelden küllîye/tümele, özelden genele, tek tek olguların bilgisinden bu olguların dayandığı kanunların bilgisine götüren zihinsel işlem için kullanılan bir terimdir.

Harezmî, istikra’yı “bir tümeli bütün tikelleri vasıtasıyla tanıma”, İbn Sina, “bir tümelin tikellerine ait hükme dayanarak o tümel hakkında bir hüküm verme”, Gazali de, “tümel bir kavram altındaki birçok tikeli gözden geçirerek sonunda bu tikellerde ortak bir hüküm bulmak suretiyle söz konusu tümel hakkında aynı yargıda bulunma” şeklinde tanımlamışlardır. Demek ki istikra, zihnin, tikellere dair hükümlerden tümel hakkında bir yargıya geçişidir. Meselâ bakır, demir, altın ve gümüşün ısı etkisiyle genleştiğini ve bunların hepsinin maden olduğunu bildikten sonra, “Bütün madenler ısıtılınca genleşir” hükmüne varmaktır. Arapça bir kavram olan istikra karşılığında Türkçede tümevarım terimi kullanılmaktadır.

Bazı İslam hukukçuları, zarurâta yani zorunlu temel değerlere işaret eden ayetin, Resulullah’ın, toplum kesimleriyle biat (akit/sözleşme) yaparken onlardan birtakım ilkelere bağlı kalacaklarına dair söz aldığından bahseden biat ayeti olduğunu söylemişlerdir.[6] Bu biat ayetinde ifade edilen temel ilkelere bakıldığında, beş zorunlu temel ilke’den aklın korunması hariç diğer dört ilkenin yer aldığı görülmektedir. Aklın korunması ilkesi ise diğer ayet ve hadislerde zikredilmiştir. İslam hukukçuları bu beş temel değerin, hukukun temel kaynakları olan Kuran ve Sünnet’e dayandığını, dolayısıyla bu unsurların zorunlu olarak korunması gereken ilkeler olduğunu belirtmişlerdir.

Veda Hutbesi’nde de evrensel nitelik taşıyan bu temel ilkelerin hemen tamamı yer almaktadır.[7]

 C. ZARURİ-KÜLLİ İLKELERİN BELİRLENMESİNİN YARARI

Hukuk sistemlerinin, bazı külli üst/temel ilkeler üzerine bina edildiği bilinmektedir. Hukuk binasının direk, kolon ve çatısı da bu temeller üzerine inşa edilir. İslam hukukunda da hüküm ve kuralların kendi içinde değerbilimsel bir hiyerarşiye sahip olduğunu söylemek mümkündür. Bu hiyerarşik yapıda en üst konumda bulunan temel külli değerlerin tespitinde yapılması gereken, İslam hukukunun ana kaynağı olan vahyin başından sonuna kadar hangi külli değerlerin öne çıktığını belirlemeye yarayacak bütüncül bir bakış açısına sahip olmaktır.

Bizzat Resulüllah tarafından eğitilen yakın sahabiler, nasslarla ilgili bütüncül yaklaşımları ve içtihat/yorum yapabilme yetkinlikleri nedeniyle şüphesiz ki İslam’ın külli değerlerinin ve bu değerler arasındaki hiyerarşik düzenin bilincinde idiler. Resulüllah’ın vefatından sonra onlar karşılaştıkları sorunları, bu külli değerleri dikkate alarak ve onların asıl maksat ve gayesi konusunda sahip oldukları anlayışa dayanarak çözümlemişlerdir. Bunun en açık örneği, Hz. Ömer’in kıtlık döneminde hırsızlık suçunun cezasını düşürmesinde görülmektedir. Hz. Ömer, kıtlık döneminde hırsızlık yapan bir kişiye had cezası uygulamamıştır. O, bu uygulamasında suçluya cezasını verme değeriyle birlikte suçun işlendiği kıtlık dönemini ve toplumu eğitme değerini de dikkate almıştır. Hatta kıtlık dönemini ve toplumu eğitme değerini suçluya ceza verme değerinden daha üstün bir değer kabul ettiğinden had cezasını düşürmüştür.    

Toplumsal hayatta yeni ortaya çıkan sorunlara çözümler üretilmesi için İslam hukukunun temel kaynaklarından kitap ve sünnet incelenerek bu iki temel kaynakta yer alan özel değerlerin daha genel ve en genel değerler altında sınıflandırılması, öncelik-sonralık esasına göre hiyerarşik bir düzene konulması gerekmektedir. Hz. Ömer’in zikredilen uygulamasında bu ihtiyaç açıkça görülmektedir. Ancak İslam hukukunda özel/cüzi ve genel/külli değerlerin hiyerarşik yapıya kavuşturulması ve yazılı metinlere dönüştürülmesine yönelik yaklaşım ve çalışmalar daha sonraki dönemlere kalmıştır.

Zarurat düzeyindeki külli/genel ilkelerin yazılı hale getirilmesinde, Şafii ekolüne mensup Gazali’nin hocası olan Cüveynî’nin, İslam hukukunun temel amaç ve hedeflerini beş madde şeklinde hiyerarşik bir sınıflamaya tabi tutmak suretiyle öncülük yaptığı söylenebilir. O’na göre hukuki gayeler, önem sırasına göre zarurat, hâcât ve tahsinat bölümlerinden oluşmaktadır. Dolayısıyla hukukun birinci derecede önemsediği alan zaruratın (zorunlu/ vazgeçilmez değerlerin) bulunduğu alandır. Diğerleri ise; ikinci derecede hâcât (zaruret derecesinde olmayan ihtiyaçlar), üçüncü derecede tahsinat (zorunlu ve ihtiyaç olmamakla birlikte güzel/iyi olanlar) yer almaktadır.[8] Cüveyni’nin yaptığı bu ilk temel yaklaşımın ardından Cüveyni’nin talebesi olan Gazali konuyu daha sistemli bir şekilde ele almıştır. Gazali, İslam hukukunda zarurat düzeyindeki değerleri; dinin, nefsin/canın, aklın, neslin ve malın korunması şeklinde sıralamıştır. Bu beş temel ilkeyi korumayı amaçlayan her şey maslahat/yarar/ihtiyaç olduğu gibi bunların ihlaline yönelik şeyler de mefsedettir/zararlıdır ve söz konusu ihlallerin giderilmesi gerekir. Gazali, bu değerlerin kendi içinde çatışması durumunda hangisine öncelik verilmesi gerektiği konusuna değinerek küllî bir değerlerle cüzî bir değer çatışırsa küllînin tercih edilmesi gerektiğini söyler.[9]

Hanefi ekolünde kabul edilen külli ilke ve amaçların tespitinde çok kullanılan bir içtihat metodu olan istihsan özellikle zaruretin, maslahatın (ihtiyacın/yararın), ve örfün öncelendiği bir içtihat yöntemi olması nedeniyle bu ekol tarafından benimsenen külli hukuki ilke ve gayelerin ve bunların arasında var olan hiyerarşinin belirlenmesinde, bu metodun yararlı olacağı söylenebilir. Çünkü istihsan, İslam hukukunda özel gerekçelerle genel kuraldan ayrılıp somut olayın özelliğine uygun çözüm bulmayı ifade eden hukuki delil olup, müçtehit hukukçunun, bir meselede icmâ, zaruret, örf, maslahat gibi özel ve daha kuvvetli görünen bir delile dayanarak bu meselede izlenen genel kuraldan vazgeçmesi ve hukukun amacına daha uygun bulduğu bir hüküm vermesi yöntemidir.

Âmidî’ye göre, zarurat, hâcât ve tahsinat adı verilen üç temel değer arasında hiyerarşik bir sıralama söz konusudur. Bu nedenle, zaruri olan değerler hâcî olanlara, hâcî olanlar da tahsînî olanlara tercih edilir. Aynı değersel hiyerarşi her bir değerin tamamlayıcı unsurları arasında da söz konusudur.[10]

II. ZARURAT DÜZEYİNDEKİ TEMEL GAİ DEĞERLER

Yukarıda da belirtildiği gibi zarurat, toplumun varlığı ve devamı için vazgeçilmez en üst düzeydeki ilkeler, başka bir deyişle toplumun varlığı ve devamı kendilerine bağlı bulunan değerlerdir. Zarurat düzeyindeki temel değerlerin yok olması dünyada kargaşa ve fesadın yayılmasına, ahrette ise hüsrana ve cennet nimetlerinden mahrumiyete sebep olur. Zarurat-ı hamse diye de adlandırılan temel zaruri değerleri maddeler halinde kısaca açıklayarak bu değerlerin ne kadar güncel oldukları, aradan asırlar geçmesine rağmen hala taptaze haliyle günümüze ışık tuttukları, hatta gelecek çağlara da hitap ettikleri görülecektir. İslam düşünürlerinin, hukukun temel kaynakları olan Kitap ve Sünnet’e dayanarak tespit ettikleri bu temel zaruri gai değerler şunlardır:

1) DİNİN KORUNMASI

a) İnsan, içinde bulunduğu âlemin ve yaşadığı hayatın anlamını daima öğrenmek istemiştir. Din, insana evren, dünya ve hayat hakkında doğru bilgiler verir. Bu nedenle insan ruhu ancak din sayesinde gerçek huzur ve mutluluğa kavuşabilir. İnsanı huzura kavuşturacak yegâne din İslam’dır. Çünkü İslam, insan fıtratına uygun olan bir dindir.

   “Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim[11]

İslam, insan tabiatına/doğasına uymayan hurafeleri, bidatleri, batıl inançları, sapık görüşleri kabul etmez. İslam, yaratandan başkasına kulluğa izin vermeyen, insan onuruna dayalı, şirke kapalı, halis-muhlis, katışıksız berrak tevhit inancıdır.  İnancı temiz olanın işleri de temiz olur.   

İslam, Allah nezdinde yegâne geçerliliğe sahip din olmasına rağmen, Kuran’da ifade edildiği üzere “Dinde zorlama yoktur.[12] Resulüllah tarafından hazırlanıp Müslümanlarla birlikte farklı dinlere mensup topluluklarca/kabilelerce onaylanan ve ilk yazılı anayasa olarak kabul edilen Medine Vesikası’yla, bu vesikada yazılı olan karşılıklı haklara riayet edildiği müddetçe hiçbir din mensubuna (Müslüman, Yahudi ve müşrikler) zarar verilmemesi ilkesi benimsenmiş; hiçbir Müslüman, hangi dinden olursa olsun bir insana inancı yüzünden baskı yapmamıştır. Şüphesiz ki bu anlayış, Kuran’ın hükümlerine dayanmaktadır. Zira Kuran’da “Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.[13] buyrulmaktadır. Bu ilkenin, bir toplumda farklı dine mensup insanların barış içinde birlikte yaşamalarını sağlayacak bir üst-çatı değer olduğu söylenebilir.

Ayet hükmünün "sizin dininiz size, benim dinim de banadır" şeklinde karşılıklı olarak ifade edildiği, bu beyanın, sonunda sorumluluğu size aittir demek anlamına geldiği, bu yönüyle bir uzak durma veya sonucunda cezasının ağırlığı ile korkutma olabileceği gibi, Bakara suresinin 256. ayetiyle birlikte değerlendirildiğinde iki tarafın dinlerinde serbest olmaları esası üzerine bir antlaşma teklifi niteliği de taşıdığı söylenebilir. Bakara suresi 256. ayet açık ve nettir: "Dinde zorlama yoktur. Doğru eğriden açıkça ayrılmıştır. Artık kim sahte tanrıları reddeder de Allah’a inanırsa kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır."[14]

İradi bir tercih olan iman zorlamayla olmayacağına göre “Dinde zorlama yoktur” ibaresi, doğada geçerli olan tabii/ilâhî kanunlar gibi evrensel bir gerçeği ve değeri ifade etmektedir. Ardından gelen “doğru eğriden apaçık ayrılmıştır” cümlesi sanki bunun gerekçesi gibidir. Dolayısıyla zorla imanın ve dindarlığın olmayacağı tabii/ilâhî bir kanundur. Çünkü bir kişiye bir dini zorla benimsetmek, insanın doğasına aykırıdır. Allah’ın insanlara verdiği akıl, hem kendine hem de yakından uzağa çevresine bakarak, üzerinde düşünerek hak dini, doğru yolu batıl dinden ve eğri yoldan ayırabilir. Bugün medeniyetin en önemli simgesi olarak görülen insan hakları içinde din ve vicdan özgürlüğü ön sıralarda yerini almış bulunmaktadır. Bu özgürlük, insanların inanmak veya inanmamakta hür olmalarını, kimseye inanç konusunda zorlama yapılmamasını ifade etmektedir.

Sonuç olarak ayetin anlatmak istediği şudur: Kimseyi Müslüman olsun diye zorlamayınız; çünkü İslâm’ın gerçekliği apaçık ortadadır, zorlamaya ihtiyacı yoktur. İbn Kesîr ayeti böyle yorumlamıştır (I, 459). Zemahşerî’nin anlayışına göre (I, 155) burada anlatılan “İmanla ilgili ilâhî kanundur, kuraldır” yani Allah kulunu iradeden yoksun kılarak iman konusunda onu zorlama altında bırakmamış, aksine inanıp inanmamayı onun serbest irade ve seçimine bağlamıştır. Sonunda ceza veya ödül verilecek olan bir konuda zorlamanın olması, eşyanın tabiatına aykırıdır. Savaş, insanları zorla İslâm’a sokmak için değil, din yüzünden baskının ortadan kalkması, din ve vicdan hürriyetinin hayata geçirilmesi, güçlü olanların hukuku çiğnemelerinin engellenmesi içindir. Müslüman olmayanlar bu hak, hukuk ve hürriyet düzenine uydukları müddetçe kendi inançlarında kalma ve onu yaşama hakkına sahiptirler.[15]

Bu çerçevede Medine vesikasını; Müslümanların, gelecekte farklı dinlerin bulunacağı farklı ülkelerde sayısı gittikçe artacak olan İslam toplumları için diğer din mensuplarıyla bir arada (bir devlet çatısı altında) yaşama çabası ve örneği olarak görmek yerinde bir tespit olacaktır. Medine'de uygulamaya konan vesika, bunda imzası bulunan herkese/her dini topluluğa garanti ettiği din ve vicdan hürriyeti, hükme bağladığı haklar ve ödevlerde eşitlik itibariyle Medine Site Devleti vatandaşlığı statüsü ortaya koyduğu gibi aynı zamanda evrensel insan hakları metni niteliği taşımaktadır.

b) Dinin korunmasının toplumsal hayat için önemi, onun sadece insanın psikolojik/ruhi ve manevi yapısını tatmine yönelik değerlere sahip olmasından değil, aynı zamanda bizatihi İslam’ın insanın fıtratına/doğasına uygun olmasından gelmektedir. İslâm Hukukunun temel gaye ve hedefi, dinin en önemli niteliği sayılan fıtrata/doğaya dayanır. Allah, insanın doğal yapısından bahsettiği fıtrat ayetinde şöyle buyuruyor:

(Ey Resulüm) O halde sen hanîf olarak bütün varlığınla dine; Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona yönel! Allah’ın yaratmasında değişme olmaz. İşte doğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler[16]

İbn Âşûr, bu ayette geçen fıtrattan maksadın, dinin ayetteki anlamıyla aynı olduğunu belirtir ve İbn Atıyye ve Zemahşerî gibi âlimlerin de aynı görüşte olduklarını söyler. O, İslâm’ın fıtrat oluşunu (fıtrata/doğaya uygun hükümler taşıdığını) şöyle açıklar:

Fıtrat, yaratılıştır, yani, Allah’ın her yaratıkta ortaya koyduğu düzendir. İnsan fıtratı, insanın vücut ve akıl olarak yaratıldığı durumdur. İnsan, vücuduyla ilgili bir fıtrat olarak iki ayağıyla yürür. Eşyayı ayaklarıyla kullanmaya girişmek fıtrata aykırıdır. Sebeplerden sonuçların ve öncüllerden yargıların çıkarılması aklî bir fıtrattır. Bir şeyin, sebebi dışına çıkarılması aklî fıtrata aykırıdır. Sofistlerin, gözle görülen eşyanın varlığını inkâr etmeleri aklî fıtrata aykırıdır. İslâm’ın fıtrat olarak nitelendirilmesi, aklî fıtrat anlamındadır. Çünkü İslâm, inanç ve normlardan oluşur. Bütün bunlar ise aklîdir veya aklın idrak ve kabul ettiğine uygun olarak cereyan eder.” İbn Âşûr, daha sonra İbn Sina’nın fıtratın mahiyetine ilişkin sözlerini nakleder, onun görüşlerine aynen iştirak eder. Ona göre; İslâm’ı Allah’ın fıtratı şeklinde nitelendirmek, onun getirdiği esasların fıtrata (yaratılışa) uygun olması anlamına gelir.[17]

İbn Âşûr ve diğer âlimlerin fıtrat değerlendirmelerinden anlaşılan şey, İslâm Hukukunda zarurat dediğimiz beş temel ilkenin bütünüyle insan doğasına uygun olduğudur. Bu yüzden zarurata aynı zamanda tabiiyât yani insan doğasına ve yapısına uygun değerler adı verilmiştir.[18] Buna göre zaruratı, insanın doğasına ve yapısına uygun zorunlu temel ihtiyaçlar diye tanımlayabiliriz. Dolayısıyla dinin korunması, insan doğasının/tabiatının korunması anlamına gelmektedir. Dinden (İslam’dan) uzaklaşmak da insan doğasından uzaklaşmak demektir. Bu anlayışın gereği olarak İslam hukukuna ilahi/tabii hukuk denilmiştir.[19]

2) HAYATIN/NEFSİN KORUNMASI

Her insanın en değerli varlığı kendi canıdır, nefsidir. Dolayısıyla her insan canı saygındır, koruma altındadır. İslam hukukunda insan hayatı kutsal ve dokunulmazdır. Bu nedenle insan hayatı her türlü tecavüzden korunmuş; haksız yere insan öldürmek suç sayılmış, kan davaları ve intihar yasaklanmıştır. İntihar, insanın kendi şahsına karşı yapmış olduğu bir zulüm olarak görülmüştür. Hayatı tehlikeye düşürecek şeylerden sakınmak ve bulaşıcı hastalıklardan korunmak gerekli kılınmış, hayatı korumak için (zaruret halinde) haram şeyleri ölmeyecek kadar yemeye izin verilmiştir.

Allah, insan hayatının korunması için, insan canına yönelik saldırılara hem dünyevi hem de uhrevi müeyyideler getirmiştir. Kasten adam öldürene dünyada kısas, diyet; ahrette cehennem azabı gibi cezalar öngörülmüştür. Ayrıca işkence ve zulüm yapılması; savaşta bile kadın, yaşlı çocuk ve din adamlarının öldürülmesi yasaklanmıştır.

   “(Haksız yere) Kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.[20]

    “Kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde ebediyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” [21]

Resulüllah, Veda Hutbesi’nde kan davalarının yasaklandığını şöyle bildirmektedir: “Ashabım, cahiliye devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası, Abdülmüttalib’in torunu Rabîanın kan davasıdır.[22] İslam hukukunda insan canının/hayatının korunmasının en üst beş değerden biri olarak kabul edilmesi, onun insan hayatına verdiği önemi açıkça göstermektedir.

3) AKLIN KORUNMASI

İnsanı diğer varlıklardan ayıran temel nitelik akıldır. Kişinin insanlığı aklı iledir ve insana verilen en büyük nimet akıldır. Bir insanın din ve hukuk nezdinde yükümlü olmasının şartı akıldır. Akıldan mahrum olanlar dinen ve hukuken yükümlü değildir. Ayrıca Kuran’da emanet olarak geçen sorumluluk ve yükümlülüğün akıl olduğu kabul edilir.

İslam, aklın korunması için bazı hükümler vazetmiştir. Kuran’da yetmişten fazla ayette “düşünmez misiniz, akıl etmez misiniz” gibi sözcükler tekrarlanarak aklın önemine vurgu yapılmaktadır. Aklı devre dışı bırakacak maddi şeylerden  içki ve uyuşturucu madde kullanmayı yasakladığı gibi, araştırmadan, bir fikri ve davranışı sorgulamadan kabul etme, bir kişiye körü körüne tabi olma, öfke, hırs ve ön yargı gibi manevi hastalıklardan kaçınmayı da emretmektedir. Aklın korunması, onun yaratılış amacına uygun olarak daima aktif konumda bulundurulması ve onu kısmen ya da tamamen işlevsiz kılacak şeylerden uzak durulması demektir.  Dolayısıyla aklın işlevini kısmen ya da tamamen ortadan kaldıracak her türlü tutum ve davranış, bizatihi insana yapılacak en büyük kötülüktür.

Aklı, yaratılış amacına uygun olarak kullanmamak, bir hayvan sürüsü gibi, hatta tuttukları yol bakımından daha da sapkın olarak nitelendirilmiştir.[23] Bir kişinin, aklını yani kendisini Allah’tan başkasına teslim etmesi; onun elinde oyuncak olması, kişiliğini yitirmesi ve kendisini o kişinin insafına bırakması demektir. Bilinmelidir ki, aklı tutsak olanın bedeni de tutsak olur. Kuran, bilenlerle bilmeyenlerin bir olmayacaklarını ve ancak gerçek anlamda aklını kullananların bu gerçeği düşünüp kavrayabileceklerini bildirir. (Zümer suresi, ayet: 9). Bilmek için düşünmek ve bilgiye sahip olmak, bunun için de aklı kullanmak gerekir. İslam dünyasının bugünkü acıklı durumunun en önemli nedenlerinden biri, akla ve derin düşünmeye yeteri kadar önem verilmemesi, hatta bazı hal ve durumlarda aklın devre dışı bırakılmasıdır. Bu nedenle aklı, yaratılış amacına uygun olarak kullanmak için, onun işlevini olumsuz yönde etkileyecek olan maddi ve manevi engelleri kaldırmak gerekir.

4) NESLİN KORUNMASI

Dünya ve insan hayatının korunması neslin devamına bağlıdır. Allah’ın fıtrat kanunu da neslin devamı, üreme ve çoğalma iledir. Nitekim Allah Teâlâ buyurur: “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan, ikisinden birçok erkek ve kadın üretip yayan rabbinize itaatsizlikten sakının.”[24] Bu durum bize neslin devamı ve korunması sorumluluğunu yüklemektedir. 

Bunun için hiç evlenmeyerek, fıtratın insana verdiği güç ve yeteneğin heba edilmesi hoş görülmemiş, evlilik daima teşvik edilmiştir. Diğer yandan nikâh ve evlilik bağını dikkate almadan sırf nefsin şehvetine göre hareket edilmesi ise nesillerin karışmasına neden olacağından evlilik dışı ilişkiler insan fıtratına uygun olmayan aşırılık olarak kabul edilmiş ve yasaklanmıştır.

Neslin devamı, insanlığın devamıdır. İnsanoğlu, içindeki ebediyet duygusunu kendisinden meydana gelecek nesiller ve geride bıraktığı güzel ve sürekli hizmetlerle tatmin eder. Aile ve evlilik, insan neslinin sağlıklı bir biçimde devamını sağlayan biricik kurumdur. Evlenmeden neslin devamı biyolojik olarak mümkün olsa da psikolojik/ruhi, sosyolojik ve ahlaki bakımdan mümkün değildir. Bu nedenle Kuran, aile kurumunu oluşturan eşleri, birbiri için nesil yetiştiren ekinlik ve tarla gibi değerlendirmektedir.[25]  İnsan fıtratına uygun olan tutum, hiç evlenmemek ya da evlilik dışı ilişki kurmak değil, evliliktir, aile kurmaktır. Zira evlilik dışı cinsel ilişki ortamları bir bataklık gibidir ki, bu bataklıkta ekin yetişmez. Kuran’da “Ey Rabbimiz, bize göz aydınlığı eşler ve nesiller bağışla! Bizi günahtan sakınanlara önder kıl” şeklinde Allah’tan hayırlı nesil ve salih evlat talebi, duada dile getirilmesi gereken bir husus olarak ifade edilir.[26]

5) MALIN KORUNMASI

İslam hukukunda, insanların canı gibi malı da korunması gereken üst değer olarak kabul edilmiştir. Mal, insan hayatı için bir dayanak ve araç olmasına rağmen can gibi korunmuştur. Herkesin mal edinme hak ve özgürlüğü vardır. Zira mal olmadan hayatın devamı mümkün değildir. Bir değerin varlığını mümkün kılan araçlar da değerlidir. Kuran’da “Allah’ın size dayanak kıldığı mallarınızı sefihlere vermeyin[27] ve yine “Ey iman edenler, karşılıklı rızaya dayanan ticaret olması hali müstesna, mallarınızı, batıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda (alıp vererek) yemeyin[28] buyrulmuştur. Rasûlüllah da Veda Hutbesinde, malın korunması gereken bir değer olduğunu veciz bir biçimde şöyle dile getirmiştir: “Kanlarınız (canlarınız), mallarınız, ırz ve namuslarınız mukaddestir.[29]

İslam hukukunda; yiyecek, giyecek, mesken tedariki için çalışmak fariza olarak görülmüş, Kuran’da “Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.[30] buyrulmuştur. Hırsızlık, gasp, yağma, rüşvet, gasp, kumar, dolandırıcılık, aldatmak, hile, karaborsa, tefecilik, faiz, israf, haksız ve haram yolla elde edilen mallar gibi gayr-i meşru kazançlar haram kılınmış, zarar verilen mallar için tazmin zorunluluğu getirilmiştir. Bu nedenle başkasının hakkına tecavüz yasaklanmış, haksız yere alınan malların tazmini gerekli görülmüş ve hırsızlık suç sayılmıştır. Sonuç olarak meşru yollarla elde edilmesinin gereği vurgulanarak malın korunması için hem maddi hem de manevi tedbirler gösterilmiştir. İnsan hayatının devamı için gerekli olan malın korunmasının en üst değerlerden biri olarak kabul edilmesi, şüphesiz ki insan doğasına verilen önemi göstermektedir.

İslam hukukunda zarurat-ı hamse diye de adlandırılan ve yukarıda açıklamaya çalıştığımız beş temel zaruri değer, dinin maksat ve gayesidir (Makâsıd-ı şer’iye). Bütün hükümler, bu beş maksat ve gayeyle ilgilidir. Bu beş gaî değer insanın en tabii hakkıdır. İnsanın dünya ve ahret mutluluğu bunlara bağlıdır. Can güvenliği olmazsa hayat kalmaz; mal bulunmazsa insan hayatını devam ettiremez; din olmazsa hayatın manası kalmaz, akıl korunmazsa insan en temel niteliğini kaybederek hayvandan farkı kalmaz ve hayatta güzellikler gerçekleşmez; nesil korunmazsa, insanlığın devamı sağlanamaz. Şu halde insanın fıtrata uygun olarak yaşaması, bu beş maksadın gerçekleşmesine bağlıdır.

III.  ZARURAT DÜZEYİNDEKİ TEMEL GAİ DEĞERLERİN EVRENSEL BOYUTU

İslam hukukçuları, beş zaruri temel değerin sadece İslam’da değil, diğer din ve toplumlarda da var olduğunu, dolayısıyla bu değerlerin evrensel bir nitelik taşıdığını söylemişlerdir. Bunu ilk dile getiren Gazali olmuştur. O şöyle der;

Bu beş temel değerin korunması yönünde tedbir ve çabalar her dinde vardır. İnsanların iyiliğini amaçlayan dinlerde bunların yokluğu düşünülemez. Bunun içindir ki, küfrün, adam öldürmenin, zinanın, hırsızlığın, sarhoş edici maddeleri kullanmanın haramlığı konusunda dinler değişme göstermemiştir.”[31] Şâtıbî, beş zaruri ilkenin diğer din ve toplumlarca da benimsendiğini söyler. Ona göre bu beş temel değer, İslâm’ın sınırlarını da aşan evrensel nitelikli genel-geçer ilkelerdir.  O, şöyle der: “Zaruratın tamamı beştir, onlar; dinin, nefsin, aklın, neslin ve malın korunmasıdır. Âlimler bu beş unsurun bütün din ve toplumlarda korunduğunu belirtmişlerdir.”[32] İbn-i Âşûr da bu konuda şöyle der: “Hukuk normlarında zaruri yararlara değinilmesi pek azdır. Çünkü insanlar, kendileri için gerekli ihtiyatı eskiden beri göstermişler, bunlar insanların tabiatlarında yer etmiştir. Hiçbir medenî toplum yoktur ki, bu konuda duyarlı olmasın. Hukukların farklılığı, yalnızca araçların niteliğiyle ilgilidir.”[33]

Hukuk felsefesi tarihinde önemli bir yere sahip olan doğal hukuk anlayışında, insan doğası ve insanın doğal hakları kavramları öne çıkmaktadır. Doğal hukuk anlayışını benimseyen düşünürler; insanın en temel haklarının hayat, hürriyet, mülkiyet ve adalet olduğunu belirtmişlerdir.[34] Bu da gösteriyor ki, doğası bozulmamış salim aklın ortaya koyduğu temel değerlerle ilâhî kaynaklı değerler arasında çok önemli benzerlikler vardır. Bunun nedeni, her ikisinin insan doğasına dayalı, insan merkezli bir hukuk düşüncesine dayanmasıdır.

İslam hukukçularına göre, beş temel değerin benimsenmesi ve korunması, sadece Müslüman toplumlarını değil, diğer toplumları da içine alacak genişlikte bir konudur. Bu hakikat bize, 14 asır önce İslam hukukunun ne kadar ileri görüşlü, tüm çağları ve toplumları kapsayan evrensel niteliğini göstermektedir. Bu nedenle bazı düşünürler, İslâm hukuku için ilâhî/tabii hukuk ibaresi kullanmaktadır.[35] Bu değerlerin bütünüyle yer aldığı bir ideal hukuk sisteminin, bütün insanlığın mutluluğunu sağlayacak bir referans olduğunu söyleyebiliriz. Dünyada barış ve esenliğin sağlanması, kesinlikle bu değerlerin korunmasına bağlıdır.

 

______________

KAYNAKLAR

 

1) Ali Pekcan, Zaruriyyat Düzeyindeki Gai Değerlerin Mahiyeti ve Evrensel Niteliği Üzerine, İslâmî İlimler Dergisi, Yıl 3, Sayı 1, Bahar 2008, ss.137-154.

2) Faruk Çaykara, Uluslararası Geçmişten Geleceğe İslam Medeniyetinde Bilgi Bütünlüğü Sempozyumu Bildiri Kitabı, İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi Yayınları, 1. Baskı İstanbul – Aralık 2018.

3) M. Rahmi Telkenaroğlu, Makâsıd İçtihadına Dayanan Külli Kaideler, Usul, 10, 2008/2, 37 – 76.

4) Dr. Mustafa Türkan, Makâsıduş-Şer’iye İle İlgili Eserlerde Zarûriyâtın Tertibi Sorunu, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2018/2, c. 17, sayı: 34, ss. 439 – 460.

5) Gazali, el-Mustasfâ, 1322, I/286.

6) Şâtıbî, Ebû İshak İbrahim, el-Muvafakat fî usûli’ş-şerîa,  nşr. Abdullah Dıraz, Lübnan, II/7.

7) TDV İ. Ansiklopedisi, İstikra maddesi, müellif: Abdulkuddüs Bingöl.

 

 



[1] TDV. İslam Ansiklopedisi, Zaruriyat maddesi.

[2] Gazali, el-Mustasfâ, 1322, I/286.

[3]  Şâtıbî, Ebû İshak İbrahim, el-Muvafakat fî usûli’ş-şerîa,  nşr. Abdullah Dıraz, Lübnan, II/7.

[4] Aydın Zevkliler, Medeni Hukuk, Ankara 1997, s. 94.

[5] A. Haçkalı, İstanbul 2004, s.20.

[6] “Ey Peygamber! Mümin kadınlar Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayacakları, hırsızlık yapmayacakları, zina etmeyecekleri, çocuklarını öldürmeyecekleri, elleriyle ayakları arasında bir iftira düzüp getirmeyecekleri, dine ve akla uygun hiçbir konuda (yani marufta) sana karşı gelmeyecekleri hususunda sana biat etmeye geldiklerinde onların biatlerini kabul et ve onlar için Allah’tan bağışlama dile. Kuşkusuz Allah bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” (Mümtehine Suresi, ayet: 12; Diyanet Meali)

[7] Veda Hutbesi’nde dile getirilen zaruri temel ilkeleri şöyle özetlemek mümkündür:

  1. İslâmiyet’ten önceki tevhit inancına ters olan bütün cahiliye gelenekleri kaldırılmıştır. Kitap ve Sünnete sarılmak, ayrılık ve tefrikadan uzak durmak gerekir (Tevhit dininin korunması)

  2. İnsanların canı, malı ve namusu kutsaldır, dokunulmazdır, her türlü tecavüzden korunmuştur. Faizin her türlüsü haramdır. (Can,  mal ve namusun korunması)

  4. Kan davaları kaldırılmıştır. (Canın korunması)

  5. Eşlerin birbirlerine karşı birtakım hak ve sorumlulukları vardır. O sorumluluklar itinayla yerine getirilmelidir. (Ailenin/neslin korunması)

  6. İnananlar kardeştirler. Kardeş hakkına tecavüz etmek ise haramdır. (İnsan hakkının korunması)

  7. Bütün insanlar Allah katında eşittirler. Üstünlüğün tek ölçüsü takvadır. (Eşitlik İlkesi)

  8. Herkes işlediği suçtan kendisi sorumludur. (suçların şahsiliği)

  9. Borçlar ödenmeli, emanete riayet edilmeli, emanetler ehline verilmelidir. (Emanetin korunması)

(TDV. İslam Ansiklopedisi, Veda Hutbesi maddesi, Cilt: 42, Ankara, 2012, s. 591)

[8] El-Cüveynî, Burhan, 1400, s. 923-964.

[9] Gazali, 1994, s. 637

[10] Âmidî, El-İhkâm fî Usûlil-Ahkâm, 1914,  s. 395.

[11] Maide Suresi, ayet: 3.

[12] Bakara Suresi, ayet: 256.

[13] Kafirun Suresi, ayet: 6.

[14] Bakara suresi, ayet: 256. 

[15] Kuran Yolu Tefsiri, Diyanet.

[16] Rum Suresi, ayet: 30.

[17] İbn Âşûr, Muhammed et-Tahir, Makâsıdü’ş -şerîati’l-İslâmiyye, Tunus 1978, s. 58.

[18] Süleyman Uludağ, İslâm’da Emir ve Yasakların Hikmeti, Ankara 1989, s.42.

[19] Hüseyin Hatemi, Hukuk Devleti Arayışları, MTV Yayınları, 2008.

[20] Maide Suresi, ayet: 32.

[21] Nisa Suresi, ayet: 93.

[22] Müsned, VII, 307; Buhari, Ḥac, 132, Meġāzî, 78; Müslim, Ḥac, 147; Ebû Davut, Menâsik, 56; Tirmizî, Tefsîrü’l-Ḳuran, 10; İbn Mâce, Menâsik, 76.

[23] Furkan suresi, ayet: 44.

[24] Nisa suresi, ayet: 1.

[25] Bakara suresi, ayet: 223.

[26] Furkan suresi, ayet: 74.

[27] Nisa suresi, ayet: 5.

[28] Nisa suresi, ayet: 29.

[29] Müsned, VII, 307, 330, 376; Buhari, Ḥac, 132, Meġāzî, 78; Müslim, Ḥac, 147; Ebû Davut, Menâsik, 56, 61; Tirmizî, Tefsîrü’l-Ḳuran, 10; İbn Mâce, Menâsik, 76, 84

[30] Necim suresi, ayet: 39.

[31] Gazali, el-Mustasfâ, I/288.

[32] Şâtıbî, Şâtıbî, Ebû İshak İbrahim, el-Muvafakat fî usûli’ş-şerîa,  nşr. Abdullah Dıraz, Lübnan,, II/8.

[33] İbn-i Âşûr, Makâsıd, s.81.

[34] Adnan Güriz, Hukuk Felsefesi, Ankara 1992, III.b, s.149 vd. ; Niyazi Öktem, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi, İstanbul 1988, ss.52-175.

[35] Hüseyin Hâtemî, İnsan Hakları Öğretisi, İstanbul 1988, ss.64-66; Erdoğan Mustafa, İslam ve Liberalizm, Ankara 1999, s.22.

 

Yorum Ekle
Adınız :
Başlık :
Yorumunuz :

Dikkat! Suç teşkiledecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

sanalbasin.com üyesidir

ANA HABER GAZETE
www.anahaberyorum.com
İşin Doğrusu Burada...
İLETİŞİM BİLGİLERİMİZ
BAĞLANTILAR
KISAYOLLAR
anahaberyorum@hotmail.com
0312 230 56 17
0312 230 56 18
Strazburg Caddesi No:44/10 Sıhhiye/Çankaya/ANKARA
Anadolu Eğitim Kültür ve Bilim Vakfı
Anadolu Ay Yayınları
Ayizi Dergisi
Aliya İzzetbegoviç'i
Tanıma ve Tanıtma Etkinlikleri
Ana Sayfa
Yazarlarımız
İletişim
Künye
Web TV
Fotoğraf Galerisi
© 2022    www.anahaberyorum.com          Tasarım ve Programlama: Dr.Murat Kaya