A. GİRİŞ
“Halk bozulursa onu beyler düzene koyar; eğer beyler bozulursa, onları kim düzeltir” (KB. b.5203)
Siyaset felsefesinde, devlete ve onu yönetme gücü olarak kabul edilen siyasal iktidara olan ihtiyaç tarih boyunca tartışılmış, insanların tek başına hayatlarını sürdürmelerinin mümkün olmadığı, hayatlarını devam ettirebilmek için birbirleriyle dayanışma ve yardımlaşma içinde olması gerektiği, başka bir deyişle insanın toplumsal bir varlık olduğu, toplumun bulunduğu yerde de belirli kurallara ve o kuralları uygulayacak bir otoriteye ihtiyaç olduğu yönünde ortak bir görüş oluşmuştur. Ancak devletin kimler tarafından ve nasıl yönetileceği, yani iktidarların meşruiyeti konusunda bazı temel ilkeler öne çıkmış olmakla birlikte, bu konu tartışılır olmaya devam etmiştir. Ancak bu tartışmalar, meşruiyet kavramının bizatihi kendisiyle ilgili değil, hangi yönetim tarzının meşruiyete uygun olduğuna ilişkin alanda yoğunlaşmıştır. Kısaca siyasal iktidarın ya da devlet yönetiminin meşruiyeti konusu, siyasetin en önemli ve evrensel bir sorunu olmuş ve olmaya devam edecektir. Siyasetin temel unsurlarından biri olan iktidar meselesi çözümlenmeden siyasete ilişkin hiçbir şeyin çözümlenemeyeceği, meşruiyet sorunu çözümlenmeden de iktidar olgusunun gerçek zeminine oturmayacağı bir gerçektir.
Meşruiyet, siyasal iktidarın niçin var olduğunu, nasıl sürdürüleceğini belirleyen en önemli üst değerdir. Meşruiyet, siyasal iktidarın varlık nedeni ve sürdürülebilir olmasının yegâne dayanağıdır. Bu yüzden devlet, siyaset ve iktidar kavramlarından söz edildiğinde meşruiyet kavramı zorunlu olarak gündeme gelmektedir. Siyasal iktidarın, meşruiyete ve toplumsal rızaya dayanmadıkça bir zora ve zorbalığa dayanması kaçınılmazdır. Dolayısıyla meşruiyet, devlet yönetimlerine ve siyasal iktidarlara değer katan olmazsa olmaz bir kavramdır. Bu nedenle siyasal iktidarların ve devlet yönetimlerinin meşruiyet konusunda kesin olarak şu sorulara doğru cevaplar vermeleri gerekir: devleti yönetme hakkını ve iktidar gücünü nereden aldın; devleti neden, kim adına, ne şekilde ve hangi amaçla yönetiyorsun?
Tarihte siyaset alanında özgün, maslahata uygun, insanı ruh ve beden bütünlüğü içinde ele alan teori ve uygulamalarıyla temayüz eden Türk-İslam siyaset felsefesinde siyasal iktidarın meşruiyeti konusunda, diğer ülkelerden çok daha eski çağlarda, dönem ve çağını aşan özgün fikirler ve uygulamalar ortaya konulmuştur. Türklerin İslam öncesi ve sonrasında; devletin anayasası niteliğinde sayılan töre’ye, Kutadgu Bilig’de ifade edildiği şekliyle adil yasaya/hukuka -köni törü- bağlılık, Tanrı’nın lütuf ve inayetiyle devletin başına geldiğine inanılan hükümdardan Tanrı’nın hoşnut olmasının halkın memnuniyetine bağlanması, toylarda ve meclislerde alınan kararlara hükümdarların uyma zorunluluğu, yönetimde adalet ilkesi, yöneticilerin ehil ve liyakat sahibi olması şeklindeki uygulamalar, iktidarın meşruiyetini sağlamaya yönelik ilke ve kurumlar olarak belirtilebilir.
B. GENEL OLARAK İKTİDAR VE MEŞRUİYET
1) İktidar ve Meşruiyetin Tanımı ve Niteliği
İktidar; bir işi yapabilme gücü, erki, kudreti; bir işi başarabilme yetki ve yeteneği; devlet yönetimini elinde bulundurma ve devlet gücünü kullanma yetkisi; bu yetkiyi elinde bulunduran kişi ve kuruluşlar, şeklinde tanımlanmıştır. İktidar, bir devlet yönetiminde yöneten ve yönetilenler arasındaki ilişkide, yöneten kesiminin konumunu belirleyen bir kavramdır. Meşruiyet ise; karar ve eylemlerin, toplumsal kabul görecek hukuki, zorunlu, ahlaki, makul, doğal gerekçelere dayandırılmasını içerir. Kısaca meşruiyet; töreye, yasaya/hukuka uygunluk, geçerlilik demektir. Siyaset biliminde, devlete veya iktidara itaat edilmesini gerektiren durum; bir iktidarın haklı/makul nedenlere dayanması, siyasal iktidarın halkın rızasına, onayına ve memnuniyetine dayanması durumudur. Siyasal meşruiyet, siyasal olarak eylemlerin ve inançların kabul edilebilir ölçütlerinin belirlenmesidir.
Noam Chomsky’nin ‘Korsanlar ve İmparatorlar’ adlı kitabında Aziz Augustine, Büyük İskender'in esir aldığı bir korsanın hikâyesini anlatır. İskender korsana “Hangi cesaretle denizlerde saldırganlık yapabildin” diye sorar. Korsan “Sen hangi cesaretle tüm dünyaya saldırabildin. Ben sadece çok küçük bir gemiye sahip olduğum için korsan diye adlandırılıyorum sen ise aynı şeyi çok büyük bir donanmayla yaptığın için imparator olarak adlandırılıyorsun”[1] Bu hikâye, siyasal iktidarın meşruiyet sorununu çok açık bir biçimde ortaya koyması açısından önemlidir.
Siyasi açıdan meşruiyet, yönetme hakkını doğrulama anlamına geldiğinden bu kavram çerçevesinde geliştirilen kuramlar, siyasî otoriteyi kullanma yetkisiyle halkın itaatini eş zamanlı olarak doğrulama sürecinde ortaya çıkan siyasal sorunlara çözümler üretmişlerdir. Gerçekten bu kuramlara göre siyasi meşruiyet, hem iktidara gelişte hem de iktidarı kullanışta yerleşik ilkelere, yani toplumda genel kabul görmüş usullere; siyasî ve etiksel değerlere uygunluk olarak tanımlanmıştır.
Meşruiyet, mahiyeti gereği yöneten-yönetilen ilişkisinin hem ilk doğuşu hem devamıyla ilgilidir. Bu ilişkinin ilk doğuşu ve devamı aşamasında meşruiyet şartlarının varlığı, siyasal iktidara yönetme hakkını verirken, halka da eş zamanlı olarak itaat ödevini yükler. Siyasî meşruiyet, önceden belirlenmiş ve tanınmış ilkelere dayalı yönetme hakkı olduğuna göre, iktidar gerektiğinde zor kullanma yetkisine de sahiptir. Zor kullanma arzu edilmeyen bir durum olsa da, işlerin yürütülmesi için gerekli olan devletçe kullanılan zor, hukuka uyduğu, kamu vicdanını rahatsız etmediği ve makul sınırı aşmadığı sürece meşrudur.
Siyasal meşruiyet konusunda adalet kavramı belirleyicidir. İktidarın meşruiyetle ilişkisi; siyasal süreçte iktidar-halk ilişkisinin kendisini kabul edilebilir bir nedene; yasaya, ilkeye dayandırması biçiminde ortaya çıkar. Meşruiyet ilkesi oluşmadan siyasal iktidarın güç kullanması zorbalığı, çıkardığı yasalar da zulmü ifade eder. İktidar kavramının, meşruiyetten bağımsız olarak ele alınamayacağını vurgulayan Riley, aynı görüşü ifade etmektedir.[2]
Fransız anayasa hukuku uzmanı ve siyaset bilimci Maurice Duverger, otorite ve meşruiyet kavramlarını iktidar kavramıyla aynı önemle ele alır. Ona göre, iktidarın gerçek ve meşru güç olabilmesi için bu gücün kabul edilebilir bir nedene dayanması gerekir. Bu sayede güç, iktidarın kullandığı bir araç olarak onun normatif değerleri, ilkeleriyle donanır ve meşruluk kazanır.[3] Ball da meşruiyeti hatırlatacak şekilde otoriteyi, iktidarın yönetme hakkının, yönetilenlerce tanınması ve kabul edilmesi olarak tanımlar.[4] Meşruiyet, insanların siyasal iktidara niçin itaat edeceği sorusunun doğru cevabıdır. Böyle olunca doğal olarak da otorite, meşru olan iktidarı ifade etmektedir.[5]
2) Meşruiyetin Kötüye Kullanılması (Suiistimali)
Bazı iktidar tiplerinde meşruiyeti, iradi bir rızaya ve kabule değil, daha çok zorla bir boyun eğdirmeye dayandıran anlayışlar bulunmaktadır. Siyasal iktidarı eleştiren, ona itiraz eden her görüş, tutum ve davranış iktidar tarafından şiddetle reddedilir, dışlanır ve ötekileştirilir. Bu yaklaşım, siyasal iktidar anlayışına mutlaklık ve kutsallık atfeder. Siyasal iktidar, kendisini tek meşru hatta mutlak ve kutsal kabul ettiğinden, bu iktidarın yanlışlarına muhalif olanlar düşman ilan edip ötekileştirilir. Meşruiyetin, siyasal iktidarın ötekileri yok etme süreci olarak anlaşıldığı siyasal ortamda; rıza yerine zor, ikna yerine tehdit, uyum yerine insanı etkileyen bütün iletişim araçlarını kullanarak toplumu hileli yönlendirme ve bütünleştirme yerine ayrıştırma hâkim olur. Bu durum, meşruiyet adına yapılan suiistimaldir. Yani meşruiyetin kötüye kullanılmasıdır.
Her ne pahasına olursa olsun (baskıyla/tehditle) meşruiyetin kurulmaya çalışılması, bizatihi meşruiyet yokluğunu ifade eder. Eğer meşruiyet, tercihler ve rıza yerine zor ve zorbalığa dayanıyorsa, orada meşruiyetten söz edilemez. Başka bir deyişle insan hak ve özgürlüklerine ve toplumsal rızaya dayanmayan siyasal iktidar meşru olamaz. Böyle bir durumda ancak zorbalık ya da otokrasiden söz edilebilir. Locke’a göre, yasanın bittiği yerde tiranlık başladığından iktidar, meşruiyetten ayrılır ve rıza yerine zora başvurursa meşru iktidar olmaktan çıkar ve yetkisiz olarak hareket ettiği için ona karşı koyabilme hakkı ortaya çıkar.[6]
C. TÜRK-İSLAM SİYASET FELSEFESİNDE İKTİDARIN MEŞRUİYETİ
Siyaset felsefesi; devletin varlık nedenini, siyasal iktidarı, iktidarın kaynağını, kullanış biçimini, devlet ve birey arasındaki ilişkiyi inceleyen felsefe disiplinidir. Türk-İslam siyaset felsefesi ise, İslam öncesi ve sonrası Türklerde; devleti ve siyasal iktidarı, iktidarın kaynağını, meşruiyet nedenini ve kullanış biçimiyle ilgili felsefi görüş, düşünce ve uygulamaları ifade etmektedir. Siyasal iktidarın meşruiyeti, öncelikle iktidarın gücünü hangi kaynaktan aldığı, ikinci olarak toplumu nasıl yöneteceği, devlet yönetiminde iktidar yetkisinin makul ve meşru sınırlarının neler olabileceği sorunlarıyla ilgilidir. Buna göre, Türk-İslam siyaset felsefesinde iktidarın meşruiyeti konusunu aşağıdaki başlıklar altında incelemek mümkündür:
1. İKTİDARA GELİŞTE MEŞRUİYET
a) Hakanın Tanrı’nın Lütuf ve İnayetiyle İktidara Gelişi
Türk-İslam siyaset felsefesinde; hakanın/hükümdarın iktidara gelişinin Tanrının lütuf ve inayetiyle olduğu anlayışı hâkimdir. Bu anlayış, Türklerin Müslüman olmadan öncesinde ve sonrasında bazı ince ayrım farklarıyla hemen hemen aynıdır.
Kut, Eski Türklerde siyasi iktidar anlamına gelmektedir. Eski Türklerde iktidar yani hakanlık güç ve yetkisi (kut), Tanrı tarafından verildiğine inanılırdı. Göktürk yazıtlarında, “Babam kağan ile anam hatunu Tanrı tahta oturttu”. “Tanrı irade ettiği için, kut’um olduğun için tahta oturdum” şeklinde ifadeler yer almaktadır. Bu ifadelerden hareketle; hakanın, Tanrı’nın irade, dileme ve lütfuyla iktidar (kut) sahibi olduğu, hakanın karizmatik iktidarının meşruiyetini buradan aldığı ileri sürülmüştür. (Ergin 2008:2- 33).
Türk hükümdarları, Tanrı’nın lütuf ve inayetiyle iktidara gelmesine ve bazı üstün niteliklere sahip olması gerektiğinin belirtilmesine rağmen, kesinlikle insanüstü bir varlık kabul edilmemiş; hem Tanrı’ya karşı sorumlu olmuş, hem de yazılı olmayan anayasa niteliğindeki töreye/yasaya uygun davranma yükümlülüğü altında olmuştur. Ayrıca Tanrı’yı hoşnut etmenin yolu da, halkı memnun etmeye bağlanmıştır. Eğer hakan bu töreye uymaz ve başarısız olursa, Tanrı’nın verdiği kut’un/iktidarın yine Tanrı tarafından geri alındığına inanılırdı. Bu geri alma işi elbette toplumda somut olarak yetkili kurumlar eliyle olurdu. Örneğin II. Göktürk Devleti hakanı İnal bu töreye uymadığından toy kararıyla Bilge ve Kültigin Kardeşler tarafından tahttan indirilmiştir.[7]
Görev sırasında töreye/yasaya uymaması ve başarısız olması nedeniyle görevden alınması (azli) gereken hakan’ın, ilk göreve gelmesinde Tanrı’nın lütuf ve inayeti meselesini ‘hakanlığı Tanrı’dan aldı’ şeklinde yorumlayarak ona kutsallık atfetmek büyük bir çelişki oluşturur. Hakan olabilmek için Tanrı’nın kut vermesi gereğinden hareketle, hükümdarı Tanrı’nın belirlediği görüşüne[8] katılmak mümkün değildir. Çünkü öncelikle Tanrı’nın kut’u kişilere değil, bir sülaleye lütfetmesi, bu soydan gelen insanların hakan olmaya layık oldukları anlamına gelir.[9] Her ne kadar Tanrı’nın lütfuyla hakanlık makamına geldiği kabul edilse de, sonuçta kimin hakan olacağına gerçekte beyler, üst düzey devlet memurları ve halk birlikte karar veriyordu. Öyle anlaşılıyor ki, halkın hakanlık seçim sonucunu kabullenmeleri ve bir siyasi kargaşaya neden olmamak için böyle bir anlayış sürdürülmüştür. Gerçekten hakan, kutsal bir varlık olmayıp, kendisine hakanlık görevi verilmiş, sadece halk adına devleti temsil eden talihli bir kişidir.[10]
Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig’de “Bu beyler (hükümdarlar) hâkimiyetlerini Tanrı’dan alırlar; halk iyi olursa, bey de iyi olur” (KB. b.5947) diyerek her şeyden önce beyliğin Tanrı’nın bir lütuf ve inayeti sonucu olduğu belirtilmekle birlikte, bey’in iyiliği halkın iyiliğine bağlanmaktadır. Yine başka beyitlerde de benzer ifadeler yer almaktadır: “Bu beylik mesnedine sen isteyerek gelmedin; onu Tanrı kendi fazlı ile sana ihsan etti. Lütuf ederek sana bu beyliği verdi” (b. 5469–5470). “Tanrı kime bu beylik işini verirse; ona işi ile mütenasip akıl ve gönül de verir” (KB. b.1933). “Tanrı senin boynuna emanet yüklemiştir; bu emaneti gözet, onu sana soracaktır.” (KB. b.5360).
Ünlü Selçuklu veziri Nizamül-Mülk de siyasetname adlı eserinde, “Allah her asır ve zamanda halkın içinden birini seçerek padişahlık sanatlarıyla övülmüş ve süslenmiş kılar.”[11] diyerek Kutadgu Bilig’deki anlayışa benzer bir biçimde, hükümdarlığın, toplum içinde seçkin, üstün vasıflara sahip olan kişilere Tanrı’nın lütuf ve ihsanı olduğunu ima eder. Dolayısıyla bu yolla iktidara gelen hükümdarın meşruiyeti de, iktidarın Tanrı tarafından lütuf ve ihsan edilmiş olmasına dayandırılır. [12]
Eski Türklerde, siyasi iktidarın Tanrı tarafından verilmesi anlayışının, İslam sonrası dönemde de devam ettiği, bu olgunun bazı devlet büyüklerinin gördüğü rivayet edilen rüyalarla teyit edildiği, bunun ilk örneğinin de Büyük Selçukluların atası, Oğuz devlet adamı ve komutanı Dukak’ın rüyası olduğu ileri sürülmüştür. Daha sonra Osmanlı tarihçilerinin, Osman Gazi tarafından kurulan devleti bir rüya motifiyle anlatmaları, bu anlayışın devamı olarak görülmüş, siyasal iktidarın Allah’ın lütuf ve ihsanı olduğu belirtilmiştir.[13]
Hükümdara siyasal iktidarın Tanrı tarafından, onun lütuf ve inayetiyle ihsan edildiğine ilişkin bu telakki hakkında; Türklerde İslam öncesi ve sonrası dönemde, hükümdarın gücünü Tanrı’dan aldığına inanıldığından siyasal iktidarın Tanrısal bir nitelik taşıdığı belirtilmiş,[14] İslam anlayışına göre, Hz. Muhammet’ten sonra başka peygamber gelmeyeceğine göre Tanrı-hükümdar irtibatının da ancak, vahiy dışında rüya, keramet, ilham ve keşif gibi yollarla sağlandığı yorumu yapılmıştır.[15]
İslam’ın kelam ilminde genel kabul görmüş bilgi telakkisine uymayan, objektif olarak doğruluğunun denetlenmesi mümkün olmayan, rüya, keramet, ilham ve keşif gibi sübjektif değerlendirmelere dayalı bu tür yorumlarla, meşruiyet gibi hayati nitelikte bir kavramın temellendirilmesi mümkün değildir. Hükümdarın iktidara gelişiyle ilgili olarak; ‘Tanrı’nın lütuf ve inayetiyle hükümdarlığın verildiği’ ibaresinin dışında onun kutsallığına, tartışılmaz olduğuna ya da Tanrıyla çeşitli yollarla iletişim kurduğuna” dair bir beyan ve anlayış söz konusu değildir. Zaten hükümdar, devlet yönetimine Tanrı’nın lütuf ve inayetiyle gelmiş olsa da, Türk-İslam siyaset felsefesinde asla kutsal bir kişi olarak değil, sadece bir insan ve devletin en üst yöneticisi olarak kabul edilmiş ve haklarından çok topluma karşı yapması gereken görevleri üzerinde durulmuştur. O halde Türk-İslam devlet tefekküründe siyasal meşruiyet kavramının sağlam bir fikrî zemine dayandırılması açısından, hükümdarın siyasal iktidara Tanrı’nın lütuf ve inayetiyle geldiği düşüncesi gerçekte ne anlam taşımaktadır, bunun belirlenmesinde yarar vardır.
b) Hükümdarın, Tanrı’nın Lütuf ve İnayetiyle İktidara Gelmesi Ne Demektir?
Türklerde İslam öncesi ve sonrasında iktidarın (kut) hükümdara Tanrı tarafından ve onun irade, lütuf ve inayetiyle verilmesi olayını nasıl açıklamak gerekir? Bu soruya doğru cevap verilebilmesi için; öncelikle inayet, lütuf, tevfik kavramlarının ne anlama geldiğini bilmek gerekir. İnayet, sözlükte isteme, ilgilenme ve önem verme gibi manalara gelen inayet kelimesiyle Allah’ın yardımı, lütfu, koruyup gözetmesi kastedilir. İslâm filozoflarına göre inayet, Allah’ın küllî bilgisi ve takdirinin kâinatın varlığı ve iyiliği yönünde tecelli etmesidir. Kelâmcılara göre inayet, Allah’ın âlem üzerinde müessir olması ve onu belirli hedeflere yönlendirmesi gibi genel anlamının yanı sıra, kullarına fiillerinde yardım edip onları başarıya ulaştırması anlamını da içerir.[16]
Lütuf kavramı da, sözlükte iyilik etme, merhamet ve yardımda bulunma anlamında kullanılır. Terim olarak ise insanın kendi iradesiyle Allah’a iman edip inkâr ve isyandan kaçınmasını kolaylaştıran ilâhî fiil diye tanımlanır.[17] Yakın anlam taşıyan tevfik kavramı ise, terim olarak Allah’ın kulların fiillerini sevdiği ve razı olduğu şeye uygun kılması demektir. Hanefî ve Mâtürîdîler’e göre tevfik, Allah’ın insanlarda iyi davranışla onu yapabilme gücünü bir araya getirmesidir. Allah müminin hayra olan isteğini ve yönelişini bildiğinden onu bu yönde davranmaya muvaffak kılar, bir anlamda onu sevk eder.[18] Nitekim Beyâzîzâde Ahmed Efendi, tevfik kavramının insanlar için yardım ve kolaylaştırma demek olduğunu kaydeder.[19]
Genel olarak İslam anlayışında, kullarına şah damarından daha yakın olan Allah’ın, mümin kullarına istediği zaman, dilediği yollardan yardım ettiğine inanılır. Bu yardım, lütuf, inayet, tevfik ve ihsan kavramlarıyla ifade edilir. Toplumun her kesiminde çok yaygın olarak kullanılan ‘Gayret bizden tevfik Allah’tan’ sözü ve ‘Allah yardımcımız olsun’ şeklindeki dua cümleciği bunu ifade eder. Toplumda en önemli bir makam olan siyasal iktidarın nasip edilmesi de, hükümdarın Tanrı’yla doğrudan irtibat kurarak değil, gerekli beşeri çaba, gayret ve yeteneği göstermesiyle (cüzi iradenin önemini zedelemeden) gerçekleştiği düşünülen bir ilahi yardımdır. Tanrı tarafından yapılan bu ihsana karşılık hükümdara, hem Tanrı’ya şükretme, hem de halkı memnun etme sorumluluğu yüklenmiş, dolayısıyla hem soyut hem de somut değer vurgulanmıştır. Töreye/hukuka uygun davranmayan, yani Tanrı’yı ve halkı memnun etmeyen hükümdarın iktidardan azli kabul edilmiştir. Bu yorumun dışında, Peygamber olmayan bir kişinin Tanrıyla irtibat kurabileceği inancı sadece Şia’da vardır ki, bu düşünce batıldır. Sonuç olarak; hükümdarın Tanrı’nın lütfu ve ihsanıyla iktidara gelmesi olgusu, işinde gerekli çaba, gayret ve yeteneği gösteren bir kuluna ya da bir topluma Tanrı tarafından ihsan edilen yardım ve kolaylaştırma şeklinde anlaşılmalıdır.
Türk-İslam siyaset felsefesinde hükümdarın iktidara gelişine ve iktidardaki konumuna ilişkin meşruiyet telakkisinin özgün yapısını daha iyi anlayabilmek için, aynı dönemlerde batı ve doğu kültüründe öne çıkan ve genel hatlarıyla günümüze kadar ulaşan diğer siyasal iktidar anlayışlarıyla karşılaştırılması yararlı olacaktır. Doğu kültüründe; Arap, Fars/İran ve Türk siyasal telakkisi olmak üzere üç çeşit hükümdar ve siyasal iktidar anlayışı olduğu söylenebilir. Bunlardan Araplarda genel olarak asabiyete ve selefi düşünceye dayanan siyasal anlayış ve Fars/İran’da yaygın olan Şia’nın masum/yanılmaz imam/lider anlayışı; eleştiriye kapalı, sorgulanmayan, toplumun iktidara körü körüne itaat ve bağlılığına dayanan bir siyasal kültüre zemin hazırlamıştır. Buna karşılık genel olarak İmam-ı Azam/Maturidî ekolüne mensup olan Türklerde ise, siyasal iktidar ve hükümdar telakkisi, Tanrı’ya ve topluma hesap vermek ve adil davranmak zorunda olan, eleştirilebilen, sorgulanabilen, topluma hesap veren bir siyasal iktidar anlayışına dayanmaktadır. Bu farklılığın, siyasal iktidar ve meşruiyet anlayışında oldukça belirleyici sonuçlar doğurduğu söylenebilir.
İktidar ve meşruiyete ilişkin tartışmalarda; siyasal iktidarın sadece güç kullanarak ayakta kalamayacağını, halkın rızasına ve meşruiyete dayandığına dair bir kanaat oluşturması, başka bir deyişle sadece yasal meşruiyete değil, aynı zamanda toplumsal meşruiyete de dayanması gerektiğini söyleyen meşhur siyaset bilimci Weber tarafından, halkın rızasına dayanmayan iktidar meşru olmayan iktidar olarak nitelendirilmiştir.[20] Bu anlayışın, Türklerde siyasal iktidarın karizma ya da güç kullanma gibi tek yanlı bir meşruiyete değil, diğer unsurlar yanında halkın rızasına/memnuniyetine dayandığı düşüncesine benzemesi nedeniyle Weber’in iktidar ve meşruiyet kavramlarına verdiği anlam dikkate alınarak, Türklerin geliştirdiği özgün iktidar-meşruiyet ilişkisine işaret ettiği ileri sürülmüştür.[21]
Türklerde hükümdarın, iktidara Tanrı’nın lütuf ve inayetiyle geldiği anlayışı, Osmanlı döneminde de devam etmiştir. Halil İnalcık, Türklerin siyaset düşüncesinde, iktidara gelmenin şartının Tanrı’nın kutuna sahip olmak olduğunu belirtmiş, Osmanlılarda da bu anlayışın devam ettiğini vurgulamıştır.[22] Fatih dönemde yaşayan önemli devlet ve ilim adamlarından biri olan Tursun Bey, kaleme aldığı Târîh-i Ebü’l-Feth adlı eserinde hükümdardan söz ederken, “Sultan zillullâh fi’l-arz” yani Sultan yeryüzünde Allah’ın gölgesidir ibaresini kullanmıştır. Ancak sultanın zillullah (Allah’ın gölgesi) olduğu düşüncesi, İslâm’ın siyasal iktidar ve devlet başkanı anlayışına uygun olmadığından, bu kavramın (zillullah) daha çok geleneğe dayanan iktidar anlayışını yansıttığı, sonraki gerileme döneminde ise siyasi iktidarı pekiştirmek amacıyla bir araç olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Aslında akla ve yeniliğe açık olmaları nedeniyle Türklerde siyasal iktidarın meşruiyeti telakkisi, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi de dâhil olmak üzere genel olarak Hanefî/Mâturîdî ekolünün etkisiyle oluşmuştur. Bu ekole göre, hükümdar, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi (zillullah) olmadığı gibi, hükümdarın iktidarının meşruiyeti, adalet ve halkın rızasına bağlanmıştır. Nitekim İslâm hukukunda hükümdar, mutlak bir iktidara sahip olmadığı gibi, adaleti sağladığı sürece halkın kendisine itaati siyasî ve dinî bir zorunluluk olarak görülmüştür.[23] Ayrıca Resulullah’ın vefatından sonra devletin başına geçen dört halifenin hiç biri kendisini Allah’ın yeryüzündeki gölgesi (zillullah) olarak görmemiş, Peygamberin halifesi ya da müminlerin emîri sıfatlarını kullanarak devlet başkanlığı görevini yürütmüşlerdir.
2. İKTİDARIN TÖRE’YE/HUKUKA DAYALI MEŞRUİYETİ
“Beylik çok iyi bir şeydir, fakat daha iyi olan kanundur ve onu doğru tatbik etmek lazımdır.” (KB. b.454); “Adalete istinat eden kanun bu göğün direğidir; kanun bozulursa, gök yerinde duramaz.” (KB. b.3463)
Siyasal iktidarın ve devletin meşruiyetini sağlayan ve onu sürekli kılan temel unsurlardan birisi de hukuktur, adalettir. Türk siyasal geleneği ve kültürü içerisinde oldukça önemli bir yere sahip olan adaletin tesis edilmesi anlayışı[24] eserde önemli yer tutmaktadır. Karahanlı Devleti zamanında yazılan ve sonraki bütün Türk devlet yönetimlerini etkileyen Kutadgu Bilig adlı eserde hukuk ve adalet anlayışı, günümüz hukuk ve adalet anlayışına çok yakındır. Buna göre adaletle ilgili olarak devletin özen göstermesi gereken en önemli nokta, adil kanunlar (köni törü) koymak ve bunları doğru tatbik etmektir. Çünkü devlet iktidarının meşruluğu ve bekası (sürekliliği) büyük ölçüde buna bağlıdır. Adil kanunlar koyma ve onu doğru uygulama konusunda eserde şu beyitler yer almaktadır:
“Beylik çok iyi bir şeydir, fakat daha iyi olan kanundur ve onu doğru tatbik etmek lazımdır” (KB. b.454); “Kanunlara riayet eden doğru bey, gerçekten bir saadettir. Onun saadetinden herkes kendisine hisse alır” (KB. b. 3461); “Hükümdar iyi/adil kanunlar koyarak memleketini idare etti” (KB. b.1888); “Ey kanun yapan, iyi kanun koy. Kötü kanun yapan kimse daha hayatta iken ölmüş demektir” (KB. b.1458). “Adalete istinat eden kanun bu göğün direğidir; kanun bozulursa, gök yerinde duramaz.” (KB. b.3463)
1070 yılında Kutadgu Bilig’de yazılmış olan bu sözler, siyaset ve devlet felsefesi açısından çok kıymetlidir. Yukarıdaki ifadeler, adı konulmamış ‘hukukun üstünlüğü’ ilkesini ve ‘adil kanunları’ işaret etmektedir ki, bu ilkeler günümüzde hukuk ve siyaset felsefesinin temel amaçları arasındadır. Batılı devletlerin, bu eserde ifade edilen hukukun üstünlüğü ve adil kanun kavramlarından söz etmesi ancak 19. Yüzyılın başında mümkün olmuştur. Hâlbuki hukuk devleti anlayışı, Türklerin kurdukları ilk devletlerden itibaren temel düşünce olarak var olmuş, İslam’ı kabul ettikten sonra daha da güçlenerek devam etmiştir. Bu anlayış, İslam öncesi dönemde töre hukuku ile İslam sonrası dönemde ise İslam hukuku ve örfle kendini göstermiştir.
Töre/hukuk, Türklerde hükümdarın iktidarının meşruiyetini ve sınırlarını belirleyen en önemli unsurdur. Yıllar içinde hukukî değer kazanmış davranış kurallarını gösteren ve herkesin uymak zorunda olduğu normlar bütününü ifade eden töre, devletin ve toplumun işleyiş kurallarını belirlemektedir.[25]
Kutadgu Bilig’de hükümdar Kün-Toğdı’nın adil kanunu temsil etmesi, onun gerektiğinde kanun koyucu ve aynı zamanda kanunlara öncelikle uyması gereken kişi olması, hukuka bağlılığın önemli bir göstergesidir.[26] Hükümdarın, hiçbir şart altında değişme göstermeyen güneşe benzetilmesi, adaletle eşdeğer sayılması, töre’nin/adil yasanın her şeyin varlık sebebi olduğunun ifadesidir. Adil kanunu temsil eden hükümdar, topluma adaletli davranmadığı takdirde, kendi dayandığı iktidar mesnedini yok etmiş, kendi iktidarının temelini yıkmış olacağından, meşruiyetini de kaybeder.
Kutadgu Bilig’de adaletin sağlanabilmesi için sadece kanunun varlığı yeterli görülmemiş, onun adil olması ve doğru uygulanması, muhtevasının iyi tespit edilmesi gerektiği üzerinde durulmuştur. Bu durum, meşruiyet ile adaletin iç içe geçmesi halidir. Adil kanun ve doğru uygulama yoksa meşruiyet de söz konusu olamaz:
“Adalete istinat eden kanun, bu göğün direğidir. Kanun bozulursa gök yerinde durmaz” (KB. b.3463), “Ey Bey, gücün yettiği kadar kanunu tatbik et ve halkın hakkını vermeye çalış” (KB. b.5288)
Toplumda barış, huzur ve düzen için adalet, bunların tamamı için de devlet otoritesinin varlığı bir zorunluluk olarak görülmektedir. Devlet ve siyasal iktidar, söz konusu değerlerin sürdürülmesi; hakların hak sahiplerine verilmesi, barış, huzur ve düzenin korunması, adaletin gerçekleştirilmesi için olmazsa olmaz bir üst yapı olarak sunulmakta, böyle bir devletin, mutluluk, huzur ve düzen adı verilen insani ve toplumsal değerleri ürettiği belirtilmektedir. Böylece devlet oldukça güçlü bir meşruiyet unsuruna kavuşturulmaktadır:
“Nerede adaleti ile şöhret bulan bir bey bulunursa, oraya gitmeli, insan onda saadetini bulur” (KB. 3462); “Bu kanun koyan beyler hayatta bulunmasalardı, Tanrı yedi kat yerin nizamını bozmuş olurdu” (KB. 3464).
Y.Has Hacib, Kutadgu Bilig'de, adaleti, hükümdar Kün-Togdı'da kişileştirmekte, adaleti onun şahsında dillendirerek somut hale getirmekte ve evrenin akışını taklit ederek, bu akışı bize adeta bir görüntü tekniği ile sunmaktadır. Bu özellik, eserde görülen en etkili mecazdır. Bu anlayış, kendisini "Küfür ile dünya durur, amma zulüm ile durmaz" sözünde göstermektedir.[27]
Hükümdar ile halk, yani yöneten ile yönetilen arasındaki ilişki, töre/hukuk temelinde kendini göstermektedir. Hükümdarın halk üzerinde hakları olduğu gibi halkın da hükümdar üzerinde hakkı söz konusudur. Bu, hükümdarla halk arasında karşılıklı ahitleşme ve bir tür toplumsal sözleşmedir. Burada yöneten ile yönetilen arasındaki ilişkisinin, karşılıklı rıza ve kabule dayandığı, her iki tarafa da hak ve sorumluluklar yüklediği söylenebilir ki, bu da meşruiyetin temelini oluşturmaktadır. Eserde, halkın hükümdar üzerinde üç hakkı olduğu belirtilmiş ve bu haklar öncelikli olarak ele alınmıştır. Bu haklardan;
1) Birincisi, paranın değerinin korunmasına ilişkindir. “Memleketinde gümüş temiz kalsın; onun ayarını koru, ey bilgili insan” (KB. b.5575).
2) İkincisi, halkın, adil kanunlarla yönetilmesidir. “Halkı adil kanunlar ile idare et; birinin diğerine tahakküme kalkışmasına meydan verme, onları koru” (KB. b.5576).
3) Üçüncüsü, ticaretin gelişmesi ve serbest olarak yapılabilmesi için bütün yolların güvenliğinin sağlanmasıdır. “Bütün yoları emin tut; yol kesici ve haydutların hepsini ortadan kaldır” (KB. b.5577).
Hükümdarın halkından istekleri de üçtür. Bunlardan;
1) Birincisi, halkın devlete ve hükümdara itaat etmesidir. “Halk senin emirlerine hürmet etmeli ve emirler ne olursa olsun derhal yerine getirmelidir” (KB. b.5579).
2) İkincisi, halkın devlete vergi ödemesidir. “Hazine hakkını gözetmeli ve bunu vaktinde ödemelidirler, ey eli açık insan” (KB. b.5581).
3) Üçüncüsü, hükümdarın/devletin dostunu dost, düşmanını düşman bilmektir. “Senin dostunla dost düşmanınla düşman olmalıdırlar” (KB. b.5582).
Kutadgu Bilig’deki meşruiyet anlayışının, günümüz meşruiyet anlayışlarıyla belirli ölçüde çakıştığını, hatta teknik detaylar dışında önemli benzerlikler taşıdığını söylemek mümkündür. Eserde meşruiyetin sadece bir boyutu değil, iktidarın devamının sağlanabilmesi için, onun düzen boyutu, töre’ye/hukuka ve soyluluğa dayalı boyutu, hükümdarın karizmatik boyutu birlikte dikkate alınarak ideal değerlere ve sosyal gerçekliğe uygun düşen bir meşruiyet anlayışı görmekteyiz.
3. İKTİDARIN DÜZEN, HUZUR VE GÜVEN SAĞLAYAN MEŞRUİYETİ
Devletin varlık gerekçesi, iktidarın nasıl meşruiyet kazanacağı meselesi, Türk-İslam siyaset felsefesinde en çok üzerinde durulan konulardan biridir. Devlet yönetiminin ilmini anlatan Kutadgu Bilig’de devlet, düzen, güven ve huzurun kaynağı olarak görülmüş, iktidarın meşruiyeti bu çerçevede değerlendirilmiştir. Kutadgu Bilig’de düzen ve huzurun sağlanması ve sürdürülmesi, bu çerçevede kargaşanın önlenmesi toplumsal ihtiyaç olarak görülmekte, bu huzur ve düzeni tehdit edecek her türlü durum ve gelişmenin önlenmesi, devletin ve iktidarın meşruiyetini sağlamaktadır. Eserde toplumsal düzen ve huzurun sağlanmasına ilişkin birkaç beyit şöyledir:
“Halka huzur ve rahat sağlayacak bir nizam kur, sana hayır dua etsinler”(KB. b.5491); “Hükümdar bundan sonra rahatını bırakıp, çok zahmet yüklenerek, ilini (memleketi) tanzim etti ve düzeltti” (KB. b.5624); “Memleketi duruldu ve halkı da düzene girdi, halkın şikâyeti kesildi ve uzun müddet için huzura kavuştu” (KB. b.5626);
Bir toplumda huzur ve düzenin sağlanması, ancak güven ve asayişin sağlandığı bir ortamda gerçekleşebilir. Güven ve asayişin sağlanmadığı bir toplumda huzur ve düzen de sağlanamaz. Huzur ve düzenin sağlanamadığı bir toplumsal hayatta siyasal iktidarın meşruiyetinden söz edilemez. Zira devletin ve siyasal iktidarın varlık ve meşruiyet nedenlerinden biri de toplumda huzur, güven ve asayişi sağlayarak kargaşaya son vermektir. Siyasal iktidarın güven ve asayiş sağlayıcı meşruiyeti hakkında şu beyitler dikkate değerdir:
“Hakan tahta oturunca dünya asayiş buldu. Bundan dolayı dünya ona şahane hediyeler gönderdi” (KB. b.93); “Şehir ve kasaba içinde hırsızı ortadan kaldır, yolcu ve kervan emniyet içinde sefer etsin” (KB. b.5546); “Halkın başında böyle bir bey bulunursa, halk ve memleket daima rahata kavuşur” (KB. b.5945).
Kutadgu Bilig’de yer alan bu beyitlerde; siyasal otorite olmadan bir toplumda güven ve asayiş sorununun çözülemeyeceği belirtilmekte, anarşi ve başıboşluğun yol açacağı kargaşanın ancak hükümdarın yani devletin varlığı ile önlenebileceği vurgulanmaktadır. Bu noktada devlet, toplumsal bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Devlet, huzur, düzen ve güvenin sağlayıcısı olarak aynı zamanda adalet ve zenginliğin de kaynağı ve teminatı olmaktadır.
“Böylece hükümdar memleketini düzenledi ve tanzim etti. Halkı zenginleşti. O devirde kurt ile kuzu aynı yerden su içti” (KB.449)
4. REFAH VE ZENGİNLİĞİN KAYNAĞI OLARAK İKTİDARIN MEŞRUİYETİ
Devletin/siyasal iktidarın meşruiyetini sağlayan unsurlardan biri de toplumun refah ve zenginliği sağlama işlevidir. Toplumda adalet gibi zenginlik de istenilen bir şeydir. Zenginlik, bir yandan devletin gücünü, diğer yandan halkın refahını ifade etmektedir. Kutadgu Bilig’de her iki zenginlik ve refahın kaynağı doğrudan doğruya devlet olarak görülmektedir. Çünkü devlet ve siyasal iktidar, uygulayacağı hukuki, siyasi ve sosyal politikalarla her iki zenginliğin zemin ve ortamını hazırlar.
“Eğer bu beylerin kendileri iyi olursa, onların halkı da zenginleşir ve dünya düzelir” (KB. b.895); “Bey, zahmet çekip memleketi tanzim ederse, halk kendi kendine zenginleşir. Halk zenginleşirse bey’in her arzusu yerine gelir” (KB. b.2937); “Ey hükümdar, güneş gibi parla, halk senin sayende bol yiyecek ve içeceğe kavuşsun” (KB. b.5357).
Burada devlet, zenginliğin bizatihi kaynağı olmayıp doğrudan zenginlik üretmez. Ancak zenginlik ve refahın üretilebileceği ve sürdürülebileceği uygun hukuki, sosyal ve siyasal ortamı oluşturur ve onu korur. Zenginliğin ve refahın ortadan kalkmasına neden olacak kargaşa, devletin/siyasal iktidarın varlığıyla önlenebilir. Siyasal iktidarın sağladığı güven ortamı sayesinde insanlar bir takım maddi ve kültürel değerler üretebilmekte, bu değerleri herhangi bir tehlikeye maruz kalmadan korumaları mümkün olmaktadır. Ayrıca devlet, üretilen değerleri adaletli bir biçimde topluma dağıtan bir yapı olarak gerektiğinde devreye girmektedir. Devletin, adil kanunlar koyarak üretimin artması için gerekli toplumsal ortamı hazırlaması konusunda Kutadgu Bilig’de yer alan ve daha sonraki bütün Türk devletlerinde de siyasal yönetimlere hâkim olan Daire-i Adalet formülü çok önemlidir:
“Devletin bekası için, güçlü asker gerektir. Güçlü asker için güçlü hazine lazımdır. Güçlü hazine için halkın çok üretmesi ve zengin olması lazımdır. Halkın çok üretmesi ve zengin olması için de adaletli kanunlara ihtiyaç vardır” (KB. b.2057-2059)
Kısaca devletin varlığı ve meşruiyeti, hem zenginliğin, refahın üretilmesi ve korunması hem de mevcut zenginliğin adilce dağıtımını sağlayan bir yapı olarak güçlü bir zorunluluklar zeminine oturmaktadır. Bu nedenle devlet, bu zenginlik ve refah ortamını sağladığı ve koruduğu ölçüde meşru olacak, dolayısıyla yönetme hakkını ve meşruiyetini kaybetmeden sürdürecektir.[28]
SONUÇ
Türk-İslam siyaset felsefesinde devlet ve siyasal iktidar; düzenin, asayişin ve toplumsal bütünlüğün kaynağı, adaleti gerçekleştiren; zenginlik ve refahı sağlayan bir otorite olarak meşruiyete dayanmaktadır. İslam öncesi ve sonrasında devletin ve siyasi otoritenin varlığı, aksi düşünülemeyecek bir zorunluluktur. Çünkü devlet yoksa düzen ve güvenlik yoktur; devlet yoksa adalet yoktur; devlet yoksa huzur, refah ve zenginlik yoktur. Ancak devlet mutlak olarak iyiliğin kendisi değildir. Kargaşayı önleyip düzen kurduğu, doğru hukuka bağlı kalıp adaleti gerçekleştirdiği, üretime ortam hazırlayıp zenginlik ve refahı sağladığı ölçüde iyi ve meşrudur.
Kısaca devlet iktidarı meşrudur, çünkü toplumsal hayat için gereklidir. Devlet iktidarı gereklidir, çünkü düzen ve güvenin, adalet, refah ve zenginliğin gerekçesi ve kaynağıdır. Dolayısıyla devlet, toplumda düzenin, güvenliğin sağlanması, refahın ve adaletin gerçekleştirilmesi için gerekli olduğundan vardır. Yani siyasal iktidar, bizatihi iyi değil, toplumda düzeni, güvenliği sağladığı, adalet ve refahı gerçekleştirdiği ölçüde iyidir. İşte bu işlevlerini yerine getirdiği ölçüde meşrudur ve insanlar devlete itaat etmelidirler. Bu durumda siyasal iktidarın dayandığı meşruiyetin varlık ve devamının şartları, somut olarak toplum bireylerinin gözleri önünde durmaktadır; düzen, güvenlik, adalet, refah ve zenginlik.
____________
KAYNAKLAR
1. Halis Çetin, Siyasetin Evrensel Sorunu: İktidarın Meşruiyeti-Meşruiyetin İktidarı, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 58-3; https://dergipark. org.tr
2. Hayati Beşirli, Kutadgu Bilig’de Hükümdarlık ve Hükümdarın Meşruiyeti, DergiPark, Cilt:5, Sayı:14, Yıl:2016)
3. Aygün Akyol, Kutadgu Bilig’de Ahlak ve Siyaset, 2013
4. Özcan Sezer-Ali Osman Sezer, Devlet Yönetimi Teorisi Olarak Nizamü’l-Mülk’ün Siyasetnamesi Çerçevesinde Adalet ve Meşruiyet, 1. Türk İslam Siyasi Düşünce Kongresi, Aksaray/Türkiye.
5. TDV. İ. Ansiklopedisi, meşruiyet maddesi.
6. TDK. Sözlüğü.
7. Erdal Nematollah Fanid, Siyasetin Meşruluğu Ya Da Meşruiyetin Siyaseti, M.Akif Ersoy Ünv. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt:6, Sayı:11, s.28-39, Aralık 2014.
8. Enver Sinan Malkoç, Siyasi Yönetimde Meşruiyet Sorunu, Yalova S. B. Dergisi, Yıl: 7, Sayı: 15, Aralık 2017.
9. Fatih Ertugay, Kutadgu Bilig’de Siyasal İktidarın Meşruluğu ve Devletin Tazimi, İ.Ü.Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Ekim 2014, ss.77-99)
10. Ali Kuyaksil-Ali Altunbaş, Türklerde Hukuk Devleti Anlayışının Tarihsel Gelişimi, M. Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2012.
[1] Noam Chomsky, 2004, s. 7.
[3] Duverger, 1980, s.125.
[7] Koca, 328; Hasan Basri Karadeniz, Türklerde "Kut" Anlayışı, Akademik Bakış Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi, Sayı: 7 Eylül 2005.
[8] H. İnalcık, Veraset, 76.
[11] Nizamü’l-Mülk, Siyasetname, Türkçesi, Nurettin Bayburtlugil, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2006, s. 25.
[12] Gülbeyaz Karakuş, Türk Siyasî Düşüncesinde Meşruiyet Kaynağı Olarak Mâturîdîlik; tesam. org.tr.
[13] H.İnalcık, 1959: 81.
[14] Cin - Akyılmaz, 2009: 23-27,
[15] Hasan Basri Karadeniz, Türklerde "Kut" Anlayışı, Akademik Bakış Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi, Sayı: 7 Eylül 2005.
[16] TDV. İ.Ansiklopedisi, İnayet maddesi, müellif: Kasım Turhan.
[17] TDV. İ.Ansiklopedisi, Lütuf maddesi, müellif: İlyas Çelebi.
[18] Mâtürîdî, Teʾvîlâtü’l-Ḳuran, VII, 223; IX, 166.
[19] İşârâtü’l-meram, s. 233; TDV. İ.Ansiklopedisi, Tevfik maddesi, müellif: Hülya Alper.
[21] Gürbüz Özdemir, Weberyan Anlamda Türklerde Otorite ve Meşruiyet İlişkisi, Akademik İncelemeler Dergisi, Sayı: 2, Yıl: 2014.
[22] Halil İnalcık, Osmanlı Tarihinde İslâmiyet ve Devlet, İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları, 2016, s. 61, s. 10.
[23] Bernard Lewis, İslam'ın Siyasi Dili, Chicago: Chicago Üniversitesi Yayınları, 1991, s. 31.
[24] Adalet Dairesi teorisi olarak adlandırılan ve zamanla farklı unsurlarla da zenginleşen adalet anlayışı, asırlar boyunca Türk devletlerinin yönetim anlayışını şekillendirmiştir. Söz konusu teori/formül, literatürde, daire-i adalet, daire-i adliye, adalet dairesi, adalet çemberi gibi kavramlarla anılmaktadır. (bkz. Aslı Yılmaz Uçar, Osmanlı Siyaset-Yönetim Düşün Geleneği: Daire-i Adaletin Yönetimi, Memleket Siyaset Yönetim Dergisi, Cilt:7, Sayı:12, s.2, 2012)
[27] Mübahat Türker-Küyel, Fârâbî, Hikmet ve Kutadgu Bilig, Erdem, 20, 375-470, 1995.
[28] Fatih Ertugay, Kutadgu Bilig’de Siyasal İktidarın Meşruluğu ve Devletin Tazimi, İ.Ü.Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Ekim 2014, ss.77-99.