I. GİRİŞ
Toplumsal çürüme ve çöküş, sosyal bilimcilere göre bazı sosyal ve kültürel değişimler sonucunda toplumun gerilemesini, dini ve ahlaki değerlerden uzaklaşmasını, büyük ekonomik ve siyasi krizlerle karşılaşmasını, başka toplumların egemenliği altına girmesini, yok olması ya da hayat sahnesinden çekilmesini ifade etmektedir.
Tarih araştırmaları ve elde edilen bulgular, bazı toplum ve medeniyetlerin canlı varlıklar gibi doğuş, gelişme ve sonunda yok olma süreçlerinden geçtiğini göstermektedir. Bu nedenle sosyal bilimciler ve düşünürler, toplumların çöküşlerine neden olan etkenleri ortaya koymaya çalışmışlardır. Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de toplumların çöküş ve yok oluşuna ilişkin itikadi ve ahlaki nedenleri üzerinde önemle durmuştur. Bu makalede, Kur’an ayetleri ve sosyologların görüşleri çerçevesinde toplumlarda çürüme ve çöküş nedenleri ve bundan kurtuluşun çareleri üzerinde durulacaktır.
II. KUR’AN AYETLERİ VE SOSYAL BİLİMCİLERİN GÖRÜŞLERİ ÇERÇEVESİNDE TOPLUMLARIN ÇÖKÜŞÜ
1. KUR’AN AYETLERİ ÇERÇEVESİNDE TOPLUMLARIN ÇÖKÜŞÜ
Kur’an ayetleri ve sünnetullah (tabiat kanunları) çerçevesinde bakıldığında, toplumların çöküş ve yok oluş nedenlerinin sünnetullah kavramı içerisinde yer aldığı görülür. Yani Kur’an-ı Kerim’de toplumların bekasının ve çöküşünün/yok oluşunun şartları/yasaları çok açık ve geniş olarak ortaya konulmaktadır.
“Sizden önce nice (milletler hakkında) ilâhî kanunlar gelip geçmiştir. Onun için, yeryüzünde gezin dolaşın da (Allah'ın ayetlerini) yalan sayanların akıbeti ne olmuş, görün.” (Al-i İmran, 137).
“Ey Muhammed, inkâr edenlere söyle: Eğer (iman edip, düşmanlık ve savaştan) vazgeçerlerse, geçmiş günahları bağışlanır. Eğer (düşmanlık ve savaşa) dönerlerse, öncekilere (önceki kavimlere) uygulanan ilahi kanun (sünnetullah) devam etmiş olacaktır.” (Enfal, 38).
Allah'ın sünnetinde (sünnetullahta yani tabiat kanunlarında) bir değişim ve dönüşüm olması söz konusu değildir. Aşağıdaki ayetler bunu açıkça belirtmektedir.
“(Bu) Allah'ın öteden beri işleyip duran kanunudur/nizamıdır (sünnetullah), sen Allah'ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın."(Fetih, 23)
“Sen Allah'ın kanununda (sünnetullah) kesinlikle bir değişme bulamazsın. Sen Allah'ın kanununda asla bir başkalaşma da bulamazsın.” (Fatır, 43).
Sünnetullahın (tabiat kanunlarının) evrenselliği ve değişmezliği ilkesi; evrende her şeyin Allah'ın koyduğu kanun ve nizamlara göre işlediğini ifade etmektedir. Dolayısıyla Allah’ın iradesi dışında onlarda bir değişme ve başkalaşma söz konusu değildir. Kur’an, evrenin işleyişiyle ilgili değişmez tabiat kanunlarının dışında ayrıca toplumların doğuş, yükseliş ve çöküş süreçlerine ilişkin ortak kanunların olduğunu belirtmektedir. Ancak bu toplumsal hayatla ilgili kanunlar tamamen insan iradesinden bağımsız işlemezler. İnsanlar, toplumsal hayata ilişkin kanunların işlemeleri için gerekli şartları ve zemini oluşturabilir ya da ortadan kaldırabilirler. Mesela insanlar bir tabiat kanunu (sünnetullah) olan ‘yer çekimi’ kanununu değiştiremez, ortadan kaldıramaz. Bu konuda insan iradesi geçerli değildir. Ancak insan, toplumsal hayatın devamını sağlayan evrensel bir kanun olan adalet ilkesinin bir toplumda gerçekleşmesi için gerekli şartları ve zemini hazırlayabilir ya da onu tamamen ortadan kaldırabilir. Yeryüzündeki varlık sebebi, sünnetullahın toplumsal boyutu olan adalet ilkesini tesis etmek olan insan(lar), adaletin toplumda gerçekleşmesi için gerekli şartları hazırladığı ve onu bu ilkeye uygun olarak yönettiği sürece toplum ayakta kalabilir. Adaletin zıddı zulümdür. Zulüm ise toplumları çöküş ve yok oluş sürecine sürükler. Demek ki, toplumların bekası adalet ilkesinin tesisine bağlıdır. Başka bir deyişle toplumların/devletlerin devamının evrensel temel şartlarından birisi adalettir. Adalet ilkesi, Allah Teâlâ’nın evren ve toplumsal hayat için koyduğu bir kanundur (sünnetullah). Bu kanun, evrensel planda evrenin parçalarının müthiş bir denge ve düzen (adalet) içinde devam etmesi şeklinde ortaya çıkmakta ve evrenin parçaları arasında zorunlu olarak işlemekte iken, toplumsal hayatta gerçekleşmesi ise bir imtihan nedeni olarak insanların iradesine bırakılmıştır.
Bir Toplum Kendini Bozmadıkça Allah Onların Durumunu Değiştirmez
İşte bu nedenle Allah’ın toplumsal hayat için koyduğu kanun olan adaletin pratik hayatta gerçekleşip gerçekleşmeyeceği konusunda insanın iradesi rol oynamaktadır. Dolayısıyla Kur’an’ın çok önem verdiği husus, toplumun bozulması ve çökmesine neden olan insan davranışları ve bu davranışların bozulmasına neden olan dini ve ahlaki etkenlerdir. Şu halde bir toplumun bozulması ve çökmesine neden olan karar ve davranışların asıl faili, toplumu oluşturan özgür iradeye sahip olan yönetici ve yönetilen insanlar grubudur. Dolayısıyla toplumda insan eliyle bozulma ve çökme yönünde bir değişimin şartları oluştuğunda Allah’ın yaratmasıyla bu doğrultuda çökme sonucunun gerçekleşeceğini söyleyebiliriz. Nitekim Aşağıda mealini vereceğimiz Kur’an ayetleri bunu teyit etmektedir:
“Bir toplum kendini bozmadıkça Allah onların durumunu değiştirmez.” (Ra'd, 11).
“Her ümmet için belirli bir ecel (süre) vardır; vakitleri dolunca ne bir saat gecikebilir ne de öne geçebilirler.” (A'raf, 34)
İbni Abbas başta olmak üzere tefsir âlimlerinin çoğuna göre, ayette belirtilen her ümmetin (toplumun) eceli, o toplumun yok oluşu ve çöküşü anlamındadır. “Her ümmetin bir eceli vardır” şeklindeki bu hüküm/yasa, bireyleri salih iş yapan bir ümmetin, dünyanın sonuna kadar payidar olabilmesine engel değildir. Allah, peygamberleri yalanlayan her ümmete belirli bir süreye kadar zaman verir. Bu süre içerisinde de toplum iyi yönde değişim göstermezse, Allah o toplumu helak eder. Şu halde “Biz kendisi için bilinen bir kitap olmaksızın hiç bir ülkeyi yıkıma uğratmadık” (Hicr, 4) ayetini de aynı doğrultuda anlamak, Kur’an metninin kastettiğine ulaşmada önemli bir etken olacaktır. Aslında ümmetlerin eceli ile ilgili ayetlerde vurgulanan husus, toplumların tabi olduğu evrensel kanunun gereği olarak sonu gelmiş bir toplumun ecelinin/çöküşünün engellenemeyeceği ya da çöküş şartları henüz oluşmamış bir toplumun yıkılamayacağı gerçeğidir. Kur’an’a göre her olayın gerçekleşmesi Allah'ın yaratmasıyla olmakla birlikte toplumsal çürüme ve çöküş olayında sorumluluk, tamamen toplum bireylerine aittir.
Çöküş ve Helak
Bir toplumun yok olmasını ifade eden çöküşün Kur’an’daki karşılığı helâk kavramıdır. Burada makalemizin konusunu oluşturan çöküş, Kur’an’da insanlığın tekrar diriltilmek üzere gerçekleşeceği belirtilen toptan kıyamet helaki değil dünyevi/kısmi helaktir. Ve belirtilmelidir ki, Kur’an, medeniyet ve toplumların çöküşünü kendi yaptıkları yüzünden onlara verilen ilahi bir ceza olarak değerlendirmektedir.
“Onlar, kendilerine yapılan uyarıları unutunca her şeyin kapılarını onlara açtık. Nihayet kendilerine verilenler yüzünden şımardıkları zaman onları ansızın yakaladık! Böylece onlar birden bire bütün ümitlerini yitirdiler. Sonunda zulmeden kavmin kökü kesildi.” (Enam, 44-45)
Bu ayetlerde geçen kavimler, kendilerine verilen sağlık, bolluk ve esenlik gibi imkânların bir imtihan olduğunu düşünerek bu nimet ve imkânları veren Allah’a minnet ve şükran hissi duyacakları ve bu konuda yapılan uyarıları dikkate alacakları yerde, bir imtihan olan bu bolluk ve rahatlığa aldandılar. Sonunda kendilerine verilen nimetler yüzünden şımardıkları zaman Allah Teâlâ onları ansızın yakaladı ve bir anda bütün ümitlerini yitirdiler. Böylece nimeti vereni unutarak zulmeden ve imtihanı kaybeden kavim yok oldu. (DİB, Kur’an Yolu Tefsiri).
Ayetin başında yer alan “onlar, kendilerine yapılan uyarıları unutunca” ibaresi, söz konusu topluma daha önce peygamberler ve iyiliği tavsiye kötülükten sakındırmaya çalışan ‘hayırlı bir topluluk’ tarafından ikazlarda bulunulduğu ve kendilerini düzeltmeleri için makul bir süre verildiği anlaşılmaktadır. Bu süre içinde ıslah yolunda bir adım atmadıkları için çöküş mukadder olmuştur. Demek ki, hangi şartlar altında olursa olsun bir toplumda insanları iyiliğe/hayra çağıran, kötülüklerden vazgeçirmeye çalışan bir topluluğun var olması, o toplumun çöküş ve helakini önleyici bir rol oynamaktadır.
Allah Teâlâ aşağıdaki ayetlerde; halkı dini hakikatlerden habersiz yani kendisine peygamber gönderilmemiş bir toplumu ve yine eğer halkı ıslah edici faaliyetler içerisinde ise o toplumu haksız yere helak etmeyeceğini bildirilmektedir.
“Gerçek şu ki, halkı (dini hakikatlerden) habersizken Rabbin, haksız yere ülkeleri helak edici değildir.” (Enam, 131)
“Rabbin, halkları salih ve ıslah edici kimseler iken memleketleri zulmederek helâk etmez.” (Hud, 117).
Bu ayetlerden anlaşıldığına göre; helaki hak eden bozulmuş toplum helak edilmeden önce helak için uygun bir ortam ve bazı şartlar oluşması gerekmektedir. Bu çerçevede ilk akla gelen husus, bir toplum içinde ıslah edici, toplumu düzeltme çabası içinde olan bir topluluk varken o toplumun çöküşe sürüklenmeyeceğidir. Toplumların çöküşleriyle ilgili ayetler incelendiğinde çöküş için belirli aşamalardan geçildiği anlaşılmaktadır. a) Toplum bireylerinde bilinçli olarak sapkınlığın artması ve bunda ısrar etmeleri, b) kötülükte ısrar ederek iyice dalalete düşerek helak olmayı hak eden topluma; belki pişman olurlar diye belli bir sürenin verilmesi, c) Dalalete düşen toplumun, düşmanlarına karşı yenilgiye uğraması ya da çeşitli doğal afetler, belalar, sıkıntılar ve zorluklarla karşılaşması, d) Bir toplumda iyi insanların kötülüklere sessiz kalmalarının da katkısıyla varlık ve zenginlikten şımaran egemen gücün topluma hâkim olması ve ahlaki değerlerin yok olması, e) Kendi iradeleriyle dalalete düşen toplum bireylerinin bu sapkın davranışları sonucu ve onların yaptıklarına bağlı olarak sünnetullahın işlemesiyle çöküşün gerçekleşmesi, toplumsal çöküşün aşamaları olarak gösterilebilir.
Çöküşe Götüren Neden Olarak Fıtrattan Kopma, Taklit ve Kendine Yabancılaşma
Kur’an ayetlerinde toplumların çöküşü, bazen toplumu oluşturan insanların çoğunluğunun veya tamamının yok olması şeklinde gerçekleşebileceği gibi, toplumun bağımsızlığını yitirerek başka toplumların egemenliği altına girmesi, onurunu ve etkinliğini yitirmesi şeklinde de olabilir. Bu, bir açıdan kendi tabii haline yabancılaşma olarak da yorumlanabilecek, İsrailoğullarının maymuna dönüşmesi olayıdır. “İçinizden cumartesi günü yasağını çiğneyenleri elbette bilirsiniz. İşte bundan dolayı onlara -sefil maymunlar olun- dedik.” (Bakara, 65). Bazı müfessirler, ‘maymuna dönme’ olayının fizyolojik bir dönüşüm olmadığını, zihnen kendine yabancılaşma ve zihniyet itibariyle maymuna dönme olduğunu söylemişlerdir. Elmalılı Hamdi Yazır’a göre; hayvanlar içinden özellikle maymunun zikredilmesi, zihnî/manevî değişime bir karinedir. Çünkü insan ile maymun arasındaki gerçek fark, kıl ve kuyruk farkı değil, akıl, mantık ve ahlak farkıdır. Maymunun temel özelliği taklittir. İnsan hangi hareketi yaparsa bunu gören maymun onu aynen taklit eder. İşte zihni ve manevi olarak dönüşüme ve yozlaşmaya uğrayan insanlar ve toplumlar da böyledir. Onlar başka toplumları bilinçsizce taklit etmekten başka bir şey yapamazlar. Hissî ve hayvani duygularından başka akli, mantıki bir davranış ortaya koyamazlar. Şeklen insan gibi görünürler, gerçekte ise maymunlar gibi davranırlar. (Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, C. I, s. 379.)
Yabancılaşma kavramı, insanın kendi fıtratından kopmuş olmayı, Yaratanı ile yaptığı misakı bozarak ahde vefasızlık yapmayı, kendine yabancılaşmayı, tabii halinin dışına çıkmayı, dönüşüm geçirerek topluma, sosyal, kültürel değerlere ilgisiz kalmayı ve toplumsallık duygusundaki zayıflamayı ifade eder. Bu nedenle bütün ilahi dinler ve peygamberler, insanların kendi tabii hallerine yabancılaşmalarını önlemek, onları fıtratlarına ve asıllarına döndürmek için gelmişlerdir.
Toplumlar ve Devletler İçin Çöküş Mutlak ve Kaçınılmaz Değildir
Kur’an, toplumların çöküşünde ya da bir toplumun yerine başka bir toplumun gelmesinde sorumluluğun insana/topluma ait olduğunu bildirmektedir. İnsanlar ve toplumlar kendi irade, karar ve davranışlarıyla çöküşün şartlarını oluşturur; Allah da sünnetinin gereği olarak çöküş ve yok oluşu yaratmaktadır. Başka bir deyişle çöküşün asıl faili insanlar ve toplumlardır. Kur’an, toplumların çöküş nedenlerini ayrıntılı bir şekilde açıklayarak yaşamakta ve yaşayacak olan toplumların aynı yanlışlara düşmemeleri ve çöküşten kurtulmaları için ikazlarda bulunmaktadır. Hatta kendilerini düzetmeleri için onlara belirli bir süre de vermektedir. Dolayısıyla toplumlar ve devletler için çöküş mutlak ve kaçınılmaz değildir. Ahlak filozofu olan A. Ferguson da “Çöküş mutlaka kaçınılmaz değildir. Çöküş insanlığın doğasındaki tedavi edilemez bir hastalıktan değil, iradi ihmaller ve ahlak bozukluklarından ileri gelir” diyerek bu gerçeğe işaret etmektedir. Yöneticilerin, aydınların ve toplum önderlerinin çöküşte çok önemli rolleri olduğu açıktır. Ancak toplumlara düşen görev, onları adalet üzere yönetmeyen yöneticilere körü körüne itaat etmemek, elinden geldiği kadar kötülüklere engel olmaya çalışmaktır.
Toplumların çöküşüyle ilgili bütüncül bir yaklaşımı ortaya koyan Kur’an ayetlerine bakıldığında, çöküş nedenlerinin siyasi, ahlaki, itikadî ve sosyoekonomik nitelikli olduğu görülmektedir. Kur’an ayetlerine göre toplumların çöküşünde, sünnetullah kavramının merkezi bir önemi vardır. Ancak belirtilmelidir ki, toplumların çöküşünün şartları ortaya çıktığında sünnetullah (Allah’ın yasaları) neden olarak değil, sonuç olarak tecelli etmektedir. Yani toplumlar ve insanlar özgür iradeleriyle yaptıkları davranışların sonuçlarına katlanmak zorundadırlar. Bu nedenle ‘toplumlar ne ekerlerse onu biçerler’ diyebiliriz. Nitekim Kur’an’da şöyle buyruluyor: “Şüphesiz ki, bir kavim/toplum kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez” (Rad, 11).
2. SOSYAL BİLİMCİLERİN VE DÜŞÜNÜRLERİN TOPLUMLARIN ÇÖKÜŞÜNE DAİR GÖRÜŞLERİ
Sosyoloji biliminde toplumsal çöküş, toplumun, bir takım sosyal ve kültürel değişimlerin sonucu olarak ya yok olmasını ya da bağımsızlığını, kültürünü, medeniyetini ve egemenliğini kaybetmesini ifade eder. Toplumların geleceğini belirleyen bu olumsuz değişim ve dönüşüm, özellikle sosyal bilimciler ve düşünürler tarafından incelenmiştir. Alman filozof Oswald Spengler, toplumların çöküşünü, kültürlerin medeniyet seviyesine geldikten sonra karşılaştığı zorunlu ölümü olarak değerlendirmiştir. Bununla birlikte toplumların çöküşünü kendi dini ve manevi değerlerinden uzaklaşmasına bağlar. Ona göre metafizik değerlerden uzaklaşan toplum, zorunlu olarak çöküş evresine girer. Yirminci yüzyıl filozoflarından Arnold Toynbee’ye göre medeniyetler; doğuş, gelişme, çöküş ve yok olma süreçlerinden geçer. Yani çöküş ve yok olma bütün medeniyetlerin mukadder sonudur. Bu anlamda medeniyetler toplumların kendi iç bünyelerindeki hastalıklar nedeniyle yıkılış ve çöküşe gider. Dışarıdan yapılan müdahaleler ise zaten yıkılışa doğru giden bir toplumun çöküşünü hızlandırır. Toynbee, yöneticilerin ahlaken bozulması ve yönetimi devam ettirebilmek için baskıcı karar ve davranışlarda bulunmalarını çöküşün nedenleri arasında gösterir.
İnsanın Önüne Konulan Putlar
Marx’a göre bir toplumda kendine yabancılaşma söz konusu olduğunda, o toplum bireylerinin eylemleri kendileri tarafından değil, onlara karşı çalışan yabancı bir güç eliyle yönetilir. Erich Fromm ise yabancılaşmanın düşünce planında da kendini gösterebildiğini ileri sürer. Fromm, genellikle insanın kendi aslından, fıtratından uzaklaşması anlamında kullanılan ve toplumsal çöküşün temel nedenlerinden birisi olarak kabul edilen yabancılaşma ile ilgili çarpıcı görüşler ortaya koymuştur. Şöyle ki;
“İnsan çok kez bir şey aracılığıyla düşünmüş olduğuna, düşüncelerinin kendi düşünce etkinliğinin sonucu olduğuna inanır. Gerçekte ise, beynini kamuoyunun putlarına, gazetelere, iktidara ya da siyasal bir lidere aktarmıştır. Aslında onlara ait olan düşünceleri kendi düşünceleriymiş gibi benimsemektedir. Çünkü onları bilgi tanrıları ve putları olarak seçmiştir. Putlarına kesinlikle bu nedenden bağımlıdır ve onlara tapınmaktan bir türlü vazgeçemez. O, bu putların kölesidir. Çünkü beynini onlara emanet etmiştir.”
Farabi, toplumların çöküşüne evrenin idaresiyle toplumun yönetimi arasında ilişki kurarak bütüncül bir bakış açısıyla yaklaşmaktadır. Medinetü’l-Fazıla isimli kitabında, hak ve adaletin bulunmadığı devleti/toplumu ‘cahil ve zorba site’ anlamına gelen Medinetü’l-Cahile olarak nitelendirir. Dolayısıyla çöküşe giden devleti/toplumu ‘cahil ve zorba’ kavramlarıyla ifade eder. Ona göre cahiliye; toplum bireylerinin hakkı, adaleti, iyi ve yararlı olan şeyleri sırf kendi hırs ve ihtirasları yüzünden terk etmeleri ve haksızlıkta ısrar etmeleri anlamına gelir. Cahiliye, güçlü olanların her halükarda haklı olduğunu savunan ahlaki bir düşüklüğü ifade etmektedir.
Evrenin Kanunlarından Toplumsal Kanunlara
Dünyadaki toplumların yönetimine dair esasları açıklamadan önce, bu âlemde evrenin yönetiminin esaslarını ortaya koymakta, dünyadaki yöneticilerin evrenin idaresindeki muhteşem denge ve uyumdan toplum yönetimi için örnek almaları gerektiğini vurgulamaktadır. Farabi’ye göre, evrenin parçaları nasıl Allah’ın koyduğu tabiat kanunları (sünnetullah) doğrultusunda tek bir amaca yani evrenin düzen içinde devamını sağlayacak şekilde zorunlu olarak birbirleriyle uyumlu, dengeli ve adalet üzere çalışıyorlarsa, benzer şekilde yeryüzünde toplumun parçaları olan insanlar da adalet ilkesini iradi olarak gerçekleştirerek toplumsal barış ve düzenin devamını için çalışmalıdırlar. Ancak evreni idare etme tarzıyla toplumları yönetme tarzı arasında önemli bir fark vardır. Bu fark şudur ki, âlemin yönetimi tabiat kanunlarına (sünnetullah) bağlı olmasına karşılık, toplumun yönetimi insanların iradesine bağlıdır. Bu nedenle âlemin yönetiminde evrenin unsurlarının zorunlu olarak tabiat kanunlarına uymaları söz konusu iken, toplumların yönetiminde toplumun unsurları olan insanlar iradi olarak adaletli kanunlara uyarlar. Doğa kanunu (sünnetullah) olan yer çekimi kanunu bir an için ortadan kalktığında yeryüzündeki her şey nasıl uzayın boşluğuna doğru dağılırsa, benzer bir şekilde bir toplumu ayakta tutan adalet değeri de ortadan kalktığında o toplumun düzeni bozulur. Denge ve düzeni bozulan toplumun ise çöküş ve yıkılışa gitmesi kaçınılmazdır.
Adalet, Tanrı’nın Kurduğu ve Kontrolünü Krala (Devlete) Verdiği Bir Terazi Gibidir
İbni Haldun, bir devletin/toplumun çöküşüne dair süreci ‘adalet dairesi’ bağlamında ele almaktadır. Türk-İslam devlet felsefesinde “adalet dairesi” denilen bu formül, birbirine bağlı; mülk/devlet/hükümdar, ordu, servet, halk ve adalet unsurlarından oluşur. İbni Haldun’a göre, ‘adalet dairesi’ toplumun gelişmesiyle ilgisi bulunmaktadır. Toplumu da diğer doğal varlıklar gibi ele alıp inceleyen İbni Haldun, her toplumun tıpkı bir canlı gibi doğacağı, büyüyüp gelişeceği ve öleceği (çökeceği) kanaatindedir. İbni Haldun bu çöküşü, adaletin bozulmasına bağlamıştır. Ona göre “Adalet (hakkaniyet), Tanrı’nın kurduğu ve (yeryüzünde) kontrolünü krala (devlete) verdiği bir terazi gibidir.” İbni Haldun, çöküş aşamasına gelmiş olan bir devlet/toplum konusunda ise şunları söyler:
“Hükümdar, kendi özel zevkleri için, kendi yakınlarına karşı fazladan bir savurganlıkla atalarının biriktirdiği hazineleri harcar. Çevresini güvenilmez kişiler kuşatır, en önemli devlet işlerini bunlara emanet eder. Ama bu yeni dostlar hiç de liyakatli kişiler değillerdir, neyin kendilerine düştüğünü neyin kendi yetkilerinin dışında olduğunu bile ayırt edemezler… Böylece, öncekilerin yaptığı yatırımları yok eder, onların yükselttikleri yapıyı yerle bir eder. Böylece toplum, kronik ve devasız bir hastalığa yakalanır ve sonunda yok olur (çöker).” İbni Haldun’un yaklaşık 600-700 yıl önce yazdığı bu cümleler, sanki günümüz için söylenmiş gibidir. Çünkü bugün kamusal yönetimde; adaletsizlik, liyakatsizlik, yöneticilerde kibir, güç zehirlenmesi, sefahate düşkünlük, güçlülerin etrafında dalkavukluk, aşırı vergi yükü, üretimde azalma, bütün bu kötülüklere karşı sessiz kalan bir toplumun olduğunu ne yazık ki görmekteyiz. İbni Haldun’a göre, bir devleti/toplumu çöküşe götüren nedenleri maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz:
1. Toplum bireyleri arasında dayanışmanın yok olması,
2. Yöneticilerde rahata düşkünlük nedeniyle tüketim çılgınlığı,
3. Çılgınca yapılan tüketimi karşılamak için vergilerin arttırılması,
4. Vergilerin artması nedeniyle üretimin azalması,
5. Yönetimde liyakatin dikkate alınmaması,
6. Adaletsizliğin yaygınlaşması,
7. Toplumda umutların kırılması,
8. Başka yerlere göçün artması,
9. Yöneticilerde İblis gibi gurur ve kibir; güç zehirlenmesi oluşması,
10. Gösteriş, riyakârlık ve dalkavukluğun çoğalması,
11. En kötüsü ise bütün bu olup bitenlere sessiz kalan ve bunları kabullenen bir toplumun oluşmasıdır.
SONUÇ
Kur’an ayetleri ve sosyal bilimcilerin görüşleri çerçevesinde toplumsal çöküş, toplumun, bir takım sosyal ve kültürel değişimlerin sonucu olarak ya yok olmasını ya da bağımsızlığını, kültürünü, medeniyetini ve egemenliğini kaybetmesini ifade etmektedir.
Allah, evrenin bütün unsurlarıyla birlikte denge ve düzen içinde devamını sağlayan tabii kanunlar (sünnetullah) belirlediği gibi, toplumların/devletlerin yönetimi ve bekası için de ahlak, adalet, liyakat, meşveret, dürüstlük gibi ilkeler ortaya koymuştur. Bu yönetim ilkelerine uymayan toplumların akıbeti ya yok olmak ya da bağımsızlığını kaybetmektir. Türklerde töre (yazılı olmayan anayasa) ile başlayan hukuka ve adalete dayalı yönetim anlayışı, Müslüman olduktan sonra daha da gelişmiş ve sistemli hale gelmiştir. İslam Peygamberi, Arapların kabileye dayalı toplumundan Medine’de hukuk ve adalete dayalı yeni bir toplum/devlet oluşturmuştur.
Tarihte hukuk ve adalete ilişkin çok geniş bir teori ve uygulamaya, zengin bir külliyat ve müktesebata sahip olan Türk milletinin, hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkelerini daha çok yerleştirmesi ve böylece daha insancıl, adalete ve merhamete dayalı yeni bir medeniyet kurma konusunda hem İslam ülkelerine hem de dünyaya öncülük etmesi gerekirken; bizi kabile toplumuna dönüştürecek şekilde hukukun ve adaletin göz ardı edildiği bir yönetim anlayışına doğru yol alması, oldukça üzüntü verici bir durumdur. Ancak henüz geri dönülmez bir aşamaya geldiği söylenemez. Hala bu kötü gidişi durdurma imkânları vardır. Bu kötü gidişin toplumsal yıkılış ve çöküşle sonuçlanacak bir noktaya varmaması için;
* hukuka bağlı, adaletle iş yapan, *çıkar kaygısı taşımayan, *toplumda barış ve hoşgörüyü hâkim kılacak, liyakatli yöneticilerin işbaşına gelmesi,
* aydınlarımızın, iyi insanların kötülüklere karşı sessiz kalmaması, toplum olarak kim olursa olsun iyiye iyi, kötüye kötü diyebilme ahlaki erdeme sahip olmamız, gerekmektedir.
KAYNAKLAR
1. Ayşe Sıdıka OKTAY, Farabi’nin Şehirden Bütün Dünya Devletlerini İçine Alarak Genişleyen Evrensel Medeniyet Algısı ve Felsefi, Teolojik Temelleri, Karadeniz Uluslararası Bilimsel Dergi, Bahar 2020, s. 280-290.
2. FARABİ, Kitâbü’l-mille, Tahkik: Muhsin Mehdi, Beyrut: Dârü’l-Maşrık, 1986, s. 63-65.
3. FARABİ, Medinetü’l-Fazıla, Tahkik ve şerh: Ali Bu Melham, Beyrut: Dar ve Mektebe-ti’l-Hilal, 1995, s. 114-115.
4. Feyruze CILIZ, Arnold Toynbee’nin Batı Uygarlığı Tahlili, Iğdır Üniv. Sos. Bil. Dergisi, Sayı: 16, Ekim 2018, s. 1-14.
5. Erich FROMM, Sağlıklı Toplum, Çev. Şükrü Alpagut, Say Yayınları, 2023.
6. İbni HALDUN, Mukaddime, Çev. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul 1998.
7. İbni HALDUN, Mukaddime I, Çev. Sevim Belli, Onur Yayınları, Ankara 2014, s. 284.
8. Hilmi DEMİR, Toplumların çöküşü: Cahiliye ve Asabiye, https://tepav.org.tr/tr/blog/s/6449. 02.06.2019.