“Hayat ya cesur bir maceradır ya da hiçbiri!”
Helen Keller
İnsan kapının eşiğini geçince gidemeyeceği yol, yaşamayacağı macera yoktur. Üniversiteden mezun olunca soluğu Fransa’nın Ankara Büyükelçiliği Eğitim Ataşeliği’nde aldı. Avrupa’nın en eski üniversitesi olan Montpellier Üniversitesi’ne giderken aklında bürokrat olmak fikri yoktu. Papa IV. Nicolas’ın 1289 yılında kurmuş olduğu Paul Valery Üniversitesi’nde dil eğitimi ve işletme doktorasına büyük bir hevesle başladı.
Sonra üç kıtada birçok şehri gördü, kimilerinde ikişer üçer yıl yaşadı. Pek çok yeni insan tanıdı. Farklı kesimlerden birçok kişiyle zaman geçirip dostluklar kurdu. Minimalist ve çevreciydi, dünya malına, eşyaya önem vermedi. Farklı kültürlerin lezzetli yemeklerini sever “tatbilirliğe” özenirdi. Yaşam kalitesine önem verir, mümkün oldukça gereksiz tüketimden kaçınırdı. Onun için bedene sunulacak en değerli besin hareketti. İnsanın giderek içine kapanıp yalnızlaşmasına ve sosyal medya ile iyileşme girişimine şaşıyordu. Yaşamın anlamı önemli, insanı dinç tutan ve alçak gönüllü yapan seyahat edebilmekti.
Kaderi değerler belirliyordu. Herkesin bu dünyada kendini iyi hissedebileceği birçok yer olup, yol herkesi kendine getirebilirdi. Keşfettiği sürece beden genç kalır, iyi bir yaşam, tutkularla ve en çok değer verilenlerle bağlantılı olunca anlamlı bir hayata dönüşürdü. Kimileri bir inanç topluluğunun parçası ve kutsal metinlerden ilham alarak yüce bir güce kendisini bağlı hissedince mutlu oluyordu. Bazılarını rahatlatan ve huzurla çevreleyen şey; şükür ve kalpten gelen sevgiyle ruhunu mutlu edebilmesi, inanç ve güvenle birazcık hayata katkı sunabilmesiydi.
Zeki, kaliteli, verilecek işe layık gençlerin bürokrasiye kazandırıldığı bir dönemde, “önce vatan” duygusuyla bir dizi yarışma sınavı sonrası bürokrasiye katılmış bulundu. İyi bir kurumda çalışıyor, işini iyi yapıyordu. İlk yıllarda Sistemin işleyişini görünce düşünce yapısı ve bakış açısı değişti. Liyakatin önemsenmediği bir toplumda yüksek bir performansla çalıştı. Kurumda değeri verimsizliğe dönüştürülen enerjisini, gönüllü olarak, zorda kalanlara hizmet etmeye, iyilik yapmaya yöneltti. Fakat arka planda, gerçekte çıkarsız bir hizmet alanı bulmak çok zordu. Şiir, deneme ve makaleler yazdı. Çanakkale’de yedek subaylık yaptı, Çanakkale konulu bir şiiri, ünlü besteci Amir Ateş tarafından marş olarak bestelendi. Herkes mutluluğu sağda-solda, parada-pulda ararken, o gezi ve seyahatlere çıktığı yol üzerinde buldu.
Hayatın aynı sayfasını okuyup duranların, gezip görmeyenler olduğunu gözlemliyordu. Eiffel Kulesi’ne çıktı. Saint Michel Manastırı ile Sümela Manastırı’nda büyülendi. Colosseum Ölüm Arenasını, Aziz Petrus Bazilikasını gezdi, Michelangelo’nun eserlerini inceledi. Vatikan’ı ziyaret edip San Pietro Meydanı’nın da saatler geçirdi. Pera Palas’ta üç gece konakladı ve aynı isimle bir şiir yazdı. Sistine Chapele’nin tavanını hayranlıkla izledi. Efes Antik Kentini gördü. Ölüdeniz ’de kalıp denizin tılsımını ve Kaputaş Plajı’nda beyaz kumsalı, Turkuaz renklerin büyüsünü doyasıya yaşadı. Kıyamette güvenli yer olarak dünyaca ünlenen Şirince’nin bir şarap mahzenine dönüştürüldüğünü gözlemledi. Doğa ve tarihin en güzel bütünleştiği Kapadokya’nın iklimini defalarca yaşadı.
Mevlana, Şeb-i Arus gecesine ruhunu verdi. Gül Baba, Telli Baba türbelerinde dua etti. Sultanahmet, Selimiye ve Ulu Camii’nde uzun zamanlar kalıp yakarışta bulundu. Bir bahar mevsiminde Kâbe’yi tavaf edip Mekke’yi ziyaret etti. Hiç şüphesiz yolculuk insanı kendine getiriyordu. Ülkesini bir ucundan diğer ucuna dolaştı. Yolun insanı kurtardığını, büyüttüğünü, incelttiğini, gülümsettiğini, sezgiye kavuşturduğunu iliklerine kadar hissetti. Postdam Sanssouci Sarayı’nda Kral ile değirmencinin adaletle komşu olmaları, II. Frederick’in “Adalet her sabah bana sıcak bir ekmek kokusuyla gelirdi” sözüne hayran kaldı.
Profesyonel iş hayatında çeşitli vakalara tanık oldu. Çiçeği burnunda bürokrat iken I. Körfez Savaşı patladı, karartma gecesinde, kurumunda sabaha kadar nöbete kaldı. Üniversite öğrencisiyken askeri darbe ve yıllar sonra 1999 depremini korkunç biçimde hissederek yaşadı. II. Körfez Savaşı’nda füzeler Kuveyt şehrine düşerken toprağın her sallanışını korku, acı ve endişe içinde orada yaşadı. Çölde Deveye binip, bir çöl çiftliğinde deve sütü içti.
Ekonomik krizler, devalüasyonlar oldu. Yöneticiler ve iş arkadaşlarından destek görmek mümkün olmadığı gibi, eskiden iş yerinde yoğun bir rekabet, iş kapma, bilgi saklama yarışı vardı. Herkes işlerin pratiğini iş üzerinde öğrenirdi. İtalyan basımı bir faktoring kitabını çevirdi. Sayısız eğitimler alıp verdi. Yeni finansman türlerinden finansal kiralama ve faktoring uzmanı oldu, bankacılık ve finans alanında uzun süre çalıştı. İş hayatında uzun süre geçirmiş olmanın çok deneyim sahibi olmak anlamına gelmediğini birçok çalışan üzerinde apaçık gördü. Tecrübe yaşanmışlıkların sayısı ve yoğunluğu ile bağlantılıydı.
Barış içinde daha adil, anlayışlı, insanlarının birbirine yardımcı olacağı, paylaşımcı bir dünyanın hayalini kurdu. Hayatı “yaşamak bir an, yaşanınca geçer zaman” ifadesiyle özetledi. Neşe içinde daima ileriye bakmaya, geçmişin yüklerini omuzundan atıp kurtulmaya çalıştı. Kendine inanan, yoluna çıkan temiz yürekli insanların içindeki en iyiyi çıkarma konusunda çaba harcadı, kalplerinin mutlulukla dolmasını istedi. Her işte bir hayır olduğuna inandı ancak, uğraş içinde tevekkül; övünmek ve üstün görünmek yerine tevazu içinde olmaya özen gösterdi. Kendine hep güvendi. Hayatında öncelikle sükunet ve huzura önem verdi.
Kurum kültürünün tükenişini, çalışanlarına yönelik vefa duygusunun olmadığını gördü. Zamanla dengelerin ve her şeyin değiştiğini, sorunların kalite ve verimliliği düşürüp çözümlere ulaşılamadığını tecrübe etti. Kuruma yeni başlayan kariyer elemanlarının eğitimine; farklı üniversitelerden gelen yüzlerce öğrencinin staj yapmalarına yardımcı oldu. Sorunun asla sistemden değil, uygulama kaynaklı olduğunu gözlemledi. Anıların paylaşıldıkça diğer insanlara da ilham verdiğini keşfetti.
Huzurlu ve güzel günlerde hayat enerjisini çoğaltmak varken, bu dünyada insanın insana zarar vermesine anlam veremedi. Dünyanın kimseye kalmadığı apaçık ortada ve dingin, mütevazı bir hayat ile mutluluk mümkünken; insandaki açgözlülük ve hırsı bir türlü anlayamadı. Sonunda bütün meselenin ve gizemli sırrın bir gönül insanı olabilmek, yaşamı yaratan ve iyileştiren ilahi güce daha fazla sarılmanın hayata can verdiğine olan inancı pekişti. Geriye kalanın formda ve fit bir “olgunluk ömrü” sürmek olduğunu benimsedi. Ataların bıraktığı düşleri büyüterek sevip saymak ve işleri kolay kılmak yerine, son dönemde yaşanan savaşları anlamak mümkün değildi.
Umudun genişleyip mutluluğun derinleşmesi en büyük dileği oldu. İnsanlık dünya kaynaklarından edindiği gücü, dünyayı daha çok iyileştirmek için kullanmalıydı. Şaşkınlık ve gözyaşı değil doya doya sevinçler yaşamalıydı. Böylece kendinden uzaklaşan insan, önce insana dönüşecek; yeniden sevgi, arkadaşlık kurabilecek, yaşama sevincini büyütecek, merakla hayatın cesur macerasına atılıp mesut olabilecekti…
Dostlukla…
Ali Akça
aliakca2009@hotmail.com