İnsan sevgisi, hümanizm, barış, kardeşlik gibi laflar o kadar çok işportacı hoşgörü edebiyatına konu oluyor ki, bir süre sonra bu laflar içi boş, hiçbir anlam ifade etmeyen, hatta telaffuz edenin ardında taşıdığı başka niyetleri ele veren işaretlere dönüşüyor. Hoşgörü edebiyatını yapanların yeri geldiğinde dünyanın en bağnaz, en dışlayıcı, en acımasız haysiyet cellatlarına dönüştüğüne az şahit olmuyoruz. Tevazuya çağıran, nefsi öldürmekten bahseden tasavvufçularımızın içinden birer kibir kumkumalarının çıkması hiç sürpriz karşılanmıyor. O kadar aşina bir durum yani. Hele Ehl-i Sünnet’in ılımlı, ortayolcu, sağduyulu çizgisinden dem vurup önüne geleni sapık, Vehhabi, Selefi Abduhçu, Efganici, İbn Teymiyeci, radikal, reformcu, diye yaftalayarak kafirden beter sayanlar var ki, daha önce birkaç kez değinmek durumunda kalmıştık.
“Durumunda kalmıştık” diyorum, çünkü o kafayla gerçekten tartışacak, o kafaya anlatacak bir şey yok. Tartıştıkları şey fikirler değil, savundukları kendi dini pazarları. Din alanı iyice bir pazara dönüşmüş durumda, o pazara kendilerinden ruhsatsız, destursuz veya komisyonsuz kimsenin girmesine izin vermezler. Ehl-i Sünnet markasını sahiplenirken sergiledikleri dini yolsuzluklar dolayısıyla Ehl-i Sünnet kavramını da yeni nesiller nezdinde bir hayli yıpratmış, itibarsızlaştırmış durumdalar.
Kullandıkları dil ise kendilerine gökten vahiy geliyormuş gibi mutlakıyetçi bir dil. Hocaefendileri, efendi baba hazretleri, ardından da onlardan aldıkları yetkili bayilikleriyle bizzat kendileri ne diyorsa odur. Kendileri Allah’ın veli kulları olduklarına göre onlar bir şey dedikleri zaman Allah’ın konuşan dili, gördükleri zaman Allah’ın gören gözü, duydukları zaman Allah’ın duyan kulağıdırlar. Yanılmaları ne mümkün. Kendilerini böyle bir makama yerleştirdikten sonra basıyorlar tekfiri. Ama tabii ki “tekfir” kavramını asla telaffuz etmeksizin. Tekfirci yaftasını asla üstlerine alınmaksızın tekfirciliğin en radikal şeklini yaparlar. Kafir demezler kimseye ama demekten beter ederler.