İslâmda Siyasetin Esasları
MAKALE
Paylaş
30.11.2022 14:57
785 okunma
Dr. Hasan Eryılmaz

GİRİŞ

Kâinatı yaratan Rabbimiz, daha sonra yeryüzünün halifesi olarak en mükemmel özelliklerle Beni-Âdem’i yarattı. Bu mükemmel özelliklere, yüksek zekâ seviyesine rağmen onu dünya sınavında rehbersiz bırakmadı. İnsanı, bir takım zaaflarını kullanarak aldatmaya ve doğru yoldan saptırmaya çalışan, Şeytan ve yandaşlarına karşı yalnız, şaşkın ve silahsız bırakmadı. Seçkin elçileri vasıtasıyla, eğriyi-doğruyu gösteren, cennetine ulaştıracak emir ve yasakları bildiren kitaplar gönderdi. Yaklaşık 60 bin yıllık insanlık tarihinde bunlar korunamadı ve nihayet Rabbimiz son mesaj olarak Kur’an’ı Kerim’i, elçisi Muhammed (AS) aracılığıyla tüm insanlığa gönderdi ve her tür saldırıya karşı onu, kendi korumasına aldı. Elimizde şimdi bozulmamış bir Kitab var.

Efendimiz yaşadığı sürece bu kitabın hükümlerini;  bazen Cebrail (as) yardımlarıyla, bazen kendi içtihatlarıyla ve bazen de ümmetiyle müşavere ederek uyguladı. Toplumu yönetirken Hudeybiye Anlaşması ve ganimet dağıtımı gibi birkaç olay dışında, bir itiraz ortaya çıkmadı. Zira tüm müminler, “Allah ve Resûlü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman, hiçbir mü'min erkek ve kadına yapacakları işleri konusunda tercih hakları yoktur…”(Ahzâb 36) ayetinin anlamını biliyorlardı.

Hulefayi Raşidin döneminde de, “siyasi ve dini otorite”,  tümüyle bilgin ve etkin halifelerin elindeyken ve seçkin ashabdan oluşan “Medine Şura Meclisi” devam ederken;  ortaya çıkan her türlü ihtilaf çözülmüş, ümmetin birliği korunmuştu. Fakat daha sonra iktidarın verasetle babadan oğula geçtiği, dini olarak yetersiz, kifayetsiz sultanlar döneminde, arada iyi sultanlar geçtiyse de, siyasi ve dini otorite ayrıştı ve farklı farklı mezhepler, meşrepler, ortaya çıktı.

Kısa sürede İslâm’ın doğudan batıya geniş bir coğrafyaya yayılması ile Arap, Fars, Hint, Türk devletleri ve Araplar içinde, ayrı ayrı Şam, Kahire, Endülüs dini merkezleri eklenince, ortada dini ve siyasi vahdet de kalmadı. Ve nihayet Osmanlı Devletinin yıkılışıyla, Sultan da Halife de kalmadı. Modernizmin etkin olduğu son iki asırda ise ulemanın; kapitalizm, komünizm, monarşi, oligarşi, demokrasi gibi, batının geliştirdiği siyasi argümanlar karşısında, değişen şartlara uygun siyasi bir teori geliştirmeleri de mümkün olmadı. Fakat tarihsel süreç içinde siyaset ve yöneticileri ilgilendiren önemli eserler verdiler. Hz. Ali, Mâverdî,  Fârâbî, İbn Teymiyye, Gazali, Nizâmülmülk, Koçi Bey gibi onlarca bilgin; “el-Ahkâmus-sultâniyye” gibi kitablar;  siyâset-nâme,  nasîhatü’l-mülûk,  nasîhatü’l-vüzerâ gibi risaleler kaleme aldılar.  Bütün bu devasa birikimin maalesef, bir katalog çalışması bile tamamlanmış değil. 2003’te yayımlanan bir araştırmada yalnız İstanbul kütüphanelerindeki siyâsetnâme sayısının 269 olduğu belirtilmiş (Coşkun YILMAZ, Siyâsetnâme - Osmanlı Dönemi, TDV İslâm Ansiklopedisi, 2009, İstanbul, 37. cild, 306-308 sayfalar).

Elbet bu birikim içinden bir İslâm’ın ortaya koyduğu ilkeler çerçevesinde bir “siyaset teorisi” oluşturmak tümüyle bir ekip işi. Fakat yine de karınca kaderince, en azından Müslümanların tarih boyu ortaya koydukları tatbikat ve ürettikleri düşünceyi özetleyen bir makaleye giriştim.  Bunun için TDV İslâm Ansiklopedisi “siyaset, siyasetname, siyaseti şeriyye, devlet, şurayı devlet, şura, meclisi meşveret, ululemr, imamet, hilafet, emirulmüminin, ehlül hal vel akt, biat, makasıdüşşeria, maslahat, örf,  El Muvafakat…” maddelerinden notlar çıkardım. TDV İslâm Ansiklopedisinden aldığım bilgilerin sadece makale ismini vereceğim, üstte yazdığım gibi yazar, cild, sayfa numarası v.s. vermeyeceğim. Kaynaktan metinde değişiklik yapmadan aldığım kısımları ise, italik harflerle yazacağım…

SİYASET ve DEVLET

Siyaset kelimesi ve türevleri Kur’an’da geçmez, hadislerde, “ümmetin idaresi” anlamında kullanılır. Devletin, “bir insan topluluğuna ait siyasî hâkimiyetin teşkilâtlanmış şekli” anlamında kullanılması Abbâsîler’in iktidarı dönemlerine rastlar.  İdeal devletten pragmatist devlete ve oradan da haydut devlete kadar geniş bir yelpaze içinde, siyasetin bir aracı olarak “devlet”  teorik bile olsa, islami anlamda ideal bir devlet olmak zorundadır. Zira (Nisâ 59) ayetinde itaati istenen ulu'l-emr, hem iş (emr) yapan, hem iş buyuran üst yetkilileri, hem de (Nisâ 83) ayetinde geçtiği anlamıyla bilginleri, uzmanları, olayları doğru yorumlayan ulemayı göstermektedir. “Âlimler, Nebîlerin varisleridir. Nebîler dinar veya dirhem miras bırakmazlar. Onlar sadece ilmi miras bırakırlar.”(Ebû Dâvûd, Tirmizî, Ahmed) hadisine göre ulema, Efendimizin temsilcileridir ve ulema-umeradan oluşan bir “islâmi devlet” de, elden geldiği kadar, hukukun-adaletin temsilcisi “ideal bir devlet” olmak için çalışacaktır. Yine de “Fukaha, siyasetin bozulma ihtimaline karşı adalete vurgu yapmış;  ümmetin, idarecilerin icraatlarını sürekli takip ederek ve yeri geldiğinde azletme yetkisine sahip olduğunu ifade etmiştir… el-Cüveynî ve Gazzâlî, siyaset tartışmalarını “kat‘iyyât-zanniyyât” üzerinde temellendirerek, Kur’an ve Sünnet’in siyasetin kat‘iyyât kısımlarını ortaya koyduğunu açıklarlar.   Cüveynî’ye göre siyasi karmaşanın temel sebebi, kat‘î ve zannî meselelerin birbirine karıştırılmasıdır… Meselâ âdil bir devlet başkanı seçme şartı kat‘î bir mesele, nasıl seçileceği ise zannî bir meseledir… kat‘î-zannî ayırımı sayesinde zaman ve mekân değişmesine bağlı farklılıklara göre uygun çözümler uygulamaya konulabilmiş… aslî ilkelere aykırı olmamak şartıyla, değişik kurumsal ve siyasal deneyimler kabul edilmiş ve uygulama alanı bulmuştur (TDV, İA, Siyaset).

İSLAMDA SİYASETİN TEORİK ESASLARI

İslami bir toplumun tüm hayatı gibi siyaseti de, elbet Kur’ân ve Sünnet üzere olacaktır. Bu anlamda siyaset; ümmetin dünyevi-uhrevi bütün işlerini yönetmek demektir ama Muâviye, ulemâya hitaben söylediği,  “Din işlerine siz bakın, siyaseti bize bırakın”  sözünde siyaset kelimesini, “dünyevi” anlamında kullanmıştır. Teorik çerçeveyi esas olarak, Hanbelî fakihi İbn Teymiyye ile öğrencisi İbn Kayyim el-Cevziyye tamamlar. İbn Akīl siyasetin, “hakkında vahiy inmese veya Hz. Peygamber’in bir uygulaması olmasa bile, insanların salâha yakın-fesaddan uzak olmalarını sağlayan işleri yapmak” demek olduğunu belirtir. Adalet, maslahat ve re’y,  siyâset-i şer‘iyyenin temellendirilebileceği en uygun zemindir. Re’yin “akla göre davranmak” demek olması, siyasetin rasyonelliğiyle örtüşür. Siyâset-i şer‘iyyenin daha çok vahiy inmemiş konulara tahsisi, “Ben vahiy inmemiş konularda aranızda re’yimle hükmediyorum” hadisiyle bağlantılıdır. “Hüsnükabul görmüş mâkul söz ve davranışlar” anlamındaki halkın örfü; dince belirlenmiş üst ilkelere aykırı olmamak şartıyla, siyasetin dayanaklarındandır. Ancak bu, fıkıh usulünde ele alınan anlamıyla şer‘î ictihad değil, Karâfî’nin nitelemesiyle örfî ictihaddır. Meselâ yol üstünde insanlara zarar veren şeyleri kaldırmakla görevli olan muhtesip, ne zararlı, ne zararsız olduğunu belirlerken ictihad eder; fakat bu ictihad şer‘i değil örfi bir asıldan hareketle yapılır, yani muhtesibin içtihadı, âlimin ictihadından farklı olacaktır. Siyâset-i şer‘iyyenin amacı, “adaletin gerçekleştirilmesi, haksızlığın yapanın yanına bırakılmaması, hakkın hak sahibine ulaştırılması, kimsenin haksızlığa uğratılmaması ve kamu yararının sağlanması” dır. Hz. Ömer’in yalancı şahitlik yaptığı anlaşılan bir kimseye kırk değnek vurdurup yüzünü siyaha boyattırdığı ve teşhir ettirdiği yönündeki rivayet,  “alâ tarîkı’s-siyâse” diye yorumlanmıştır. Dolayısıyla meselâ Osmanlı örfî hukukunu ve Osmanlı kanunnâmelerini, seküler/laik diye nitelemek doğru olmaz. Siyâset-i şer‘iyyenin asıl önemi, toplumun/ümmetin yapısı itibariyle dünyevî olan ihtiyaçlarının karşılanmasında; aklın merkeze konduğu, üst ilkenin din tarafından çizildiği, geniş bir hareket kabiliyeti vermesidir ki, dış kültürlerden faydalanmak da, ümmetin maslahatıdır. Siyâset-i şer‘iyye, değişen maslahatlar üzerine bina edildiği için siyaset gereği verilen hükümler de değişkendir. Bu hükümlerin zaman ve mekâna göre yeniden düzenlenmesi, bir imkân olmanın ötesinde bir zorunluluktur. Siyaseten, fesada yol açma potansiyeli olan şey, önceden yasaklanabilir. Hz. Ömer’in, yakışıklılığı sebebiyle kadınların ilgisine muhatap olan Nasr b. Haccâc’ı, tedbiren başka bir beldeye göndermesi gibi, Osmanlıdaki kardeş katlinin teorik dayanağı da budur (TDV, İA, Siyaset-i-şeriyye).

Peki, İslam’da siyaset hangi esaslar üzerine oturmuştur? Bunun için özet olarak, Dinin gayeleri demek olan “ Makāsıdü’ş-şerîa ”;  ümmetin fesattan uzak her tür iyiliği, ıslahı, sulhu demek olan  “maslahat”;  Kitap-sünnet içinde olmasa bile, toplumun senelerdir uyguladığı iyi gelenek anlamına gelen “örf” konularını da kısaca inceleyelim.

Makāsıdü’ş-şerîa: “İslâm şeriatının getirdiği hükümlerin gayeleri” anlamına gelmekte olan bu kavram, “makāsıdü’ş-şâri‘, makāsıdü’t-teşrî‘, el-makāsıdü’ş-şer‘iyye” olarak da isimlendirilir. Makāsıd terimi “Hikmet, illet, sebep, mâna, münâsip vasıf” gibi terimleri kapsayan genel amaçlar anlamına gelir. Şâriin maksatları, beş esasın (din, can, akıl, nesil ve mal) korunmasından ibaret olup bunların muhafaza eden her şey maslahat, bunların zayi edilmesine yol açan her şey mefsedettir. “Allah bozgunculuğu sevmez”(Bakara 205); “Allah adaleti, iyiliği ve akrabaya yardım etmeyi emreder”(Nahl 190) gibi âyetlerde ve “Din kolaylıktır”(Buhârî); “Zarar vermek ve zararla karşılık vermek yoktur”(İbn Mâce) gibi hadislerde ana gaye, insanlara fayda sağlamak ve zararı savmaktır.  El-Cüveynî, Gazzâlî, İbn Abdüsselâm, el-Karâfî gibi âlimlerden sonra nihayet Şâtıbî ’nin (öl. 1388, Endülüs) el-Muvâfaḳāt kitabında, makāsıdü’ş-şerîa‘ müstakil bir teoriye kavuşur (TDV, İA, Makāsıdü’ş-şerîa).   

Eserin özelliği, makāsıd konusuna öncekilerde görülmeyen genişlikte yer ayırmış olmasıdır… Şâtıbî bu kitabı, ilim tâliplerinin… İslâm’a bütüncül bakış yapabilmeleri, dinin bir düzen içinde her şeyi olması gereken yere koyduğunu görebilmeleri ve hayatın her alanını kucaklayan bir din anlayışı kazanabilmeleri amacıyla yazmış… Fıkıh usulünde, Âhâd yolla nakledilen haberler söz konusu olduğunda bunların kat’ilik ifade etmeyeceği açıktır… Usule mesnet teşkil edecek şer‘î deliller şöyle sıralanabilir: En üst düzeyde delâleti kati lafzî mütevâtir, ardından mânevî mütevâtir, daha sonra şeriatın kaynaklarının küllî esasları… elde edilen küllîler ışığında cüz’îlerin yeniden değerlendirilmesi ve ilgili olduğu alanda delil olarak kullanılması gerektiği inancındadır… ictihad anlayışının iki aşamalı olduğu ortaya çıkar: Cüz’îlerden küllîlere ulaşma, sonra da bu küllî esaslar ışığında cüz’îleri değerlendirme… Asırlar boyu keşfedilmeyi bekleyen el-Muvâfaḳāt… makāsıd konusunda tartışmasız temel kaynak kabul edilmiştir ” (TDV, İA, El-muvafakat).

Şâtıbî (1320-1388, Gırnata, Endülüs), bid‘atlar konusunda tâvizsiz tutumuyla dönemin Mâlikî müftülerine muhalif kaldı… Tartışmaya girdiği konuların bazıları; ölüler için Yâsîn okunması, cuma hutbelerinde dört halifenin yanı sıra dönemin halifesinin zikredilmesi,  Kadir gecesini tayin ederek o gece Kur’an’ın hatmedilmesi… Şâtıbî’nin özellikle Kur’an bağlamında geliştirdiği “anlam teorisi”, onun makāsıd anlayışı içerisinde önemli bir yer işgal eder. Kur’an’ın anlaşılması için, ilk muhataplarının dili yanı sıra, onların örf ve bilgi düzeylerinin esas alınması gereğini vurgular(TDV, İA, Şâtıbî).

Şâtıbî’yi izleyen İbn Âşûr, makāsıdın, bağımsız bir ilim dalı haline getirilmesi gerektiğini savunur.  “Şâtıbî ve İbn Âşûr’un açıklamalarından hareketle makāsıdı belirlemek için önerilen başlıca yöntemleri şöylece ifade etmek mümkündür: Açık, kati veya katiye yakın nasların delâletlerini esas almak, bir amacı açıkça belirten nasları tesbit etmek, illetlerin ve diğer delillerin birleştiği ortak noktaları tümevarım yoluyla belirlemek, tâli gayeleri aslî gayelere tâbi kılmak, şâri’in hüküm koymadığı durumları dikkatle inceleyip bundaki amacı tesbit etmeye çalışmak… Şâtıbî’ye göre fıkıh âlimlerinin düştükleri hatalar, şâriin gayelerini gözden kaçırmaları neticesinde meydana gelmektedir… haber-i vâhid derecesinde olan hadislerin kabulü konusunda Hz. Ömer ve Âişe gibi bazı sahâbîler makāsıdı bir kriter olarak kullanmışlar, İmam Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik de bazı hadisleri genel kurallara ters düştükleri gerekçesiyle hüccet olarak kabul etmemişlerdir… Özellikle muâmelât konularında ve akidlerin tefsirinde önemli bir rol oynayan örfün bir delil olarak kabul edilmesinin ve “Zorluk kolaylığı getirir”; “Zarar giderilir”; “Eşyada aslolan ibâhadır”; “Faydaların mubah, zararların haram olması asıldır” gibi genel fıkıh kurallarının temelinde,  insanların yararlarının gözetilmesi amacı bulunmaktadır… ilk dönemden itibaren bütün İslâm âlimleri, icmâ ettikleri hususları… makāsıd konusunda sınırlayıcı ölçüler kabul etmişlerdir ”(TDV, İA, Makāsıdü’ş-şerîa).

Maslahat: Kur’ân’da maslahat şeklindeki kullanım yoksa da “Salâh” kökünün değişik türevleri, hem Kur’ân-ı Kerîm hem de hadislerde çok geçer. Maslahat “doğru, düzgün ve kusursuz olma; iyilik, uygunluk, yarayışlılık” gibi anlamlara gelir, mefsedet ve mazarratın karşıtıdır. İbn Abdüsselâm, Kur’an’ın gayesinin doğrudan veya dolaylı biçimde mesâlihi sağlama ve mefâsidden kaçınma üzerinde yoğunlaştığını söyler. Şâriin yasakladığı eylemlerin küçük günahlar ve büyük günahlar şeklinde bir ayırıma tâbi tutulması ve bunlara farklı sonuçlar bağlanması, eylemlerin içerdiği zararın derece farkından kaynaklanmaktadır. Bir maslahatı zayi etmeme, bir mefsedete yol açmama şartıyla, şeriatta örflerin dikkate alınması, insan yararına olan düzenlemelerin genel bir tasvip gördüğünün delilidir. Temelleri Cüveynî tarafından atılıp (el-Burhân), Gazzâlî tarafından geliştirilen bir ayırıma göre maslahat, fert ve toplum hayatındaki önem derecesi açısından (zarûriyyât, hâciyat ve tahsîniyyât) şeklinde gruplandırılır. Gazzâlî,  şer‘in mükelleflerle ilgili amaçlarının da onların (din, can, akıl, nesil ve mallarını koruma) olmak üzere beş ana noktada toplandığını belirtir. Bu beş temelin korunmasını içeren her şey maslahattır, bunların ihlâline yol açan her şey mefsedetdir.  İslâm âlimleri;  din, can, akıl, nesil ve malın muhafazası şeklinde beş maddede özetlenen zarûriyyâta, Allah’a kulluk, adalet, erdemli bir toplum oluşturma, yeryüzünün imarı, hürriyet, eşitlik, sosyal düzen ve güvenlik…  konularının eklenmesiyle ilgili, öneriler açıklamışlardır. Ezan okunması zarûriyyâtın, bazı namazların cem‘ine izin verilmesi hâciyatın, kurban edilecek hayvanın en iyiler arasından seçilmesinin tavsiyesi tahsîniyyâtın örnekleridir. Bunlar arasında tercih zorunluluğu olursa evvelâ zarurî, sonra hâcîyat, daha sonra tahsînî gelir… Muhteşem sanat eserleri tahsîniyyâtın, zarûriyyât ve hâcîyatdan sonra gelse de, ne kadar önemli olduğunu gösterir… Maslahat, haber-i vâhid gibi kat‘î olmayan bir delille çatışırsa bu durumda konu ictihada açıktır ve daha önemli bir maslahatın kaybına yol açmamalıdır. “Def‘-i mefâsid celb-i menâfi‘den evlâdır” kuralı (Mecelle, md. 30) mefsedeti giderme ile menfaati temin etmede, doğru tercihi gösterir. Maslahat, şer‘î delillerin tümevarım yöntemine göre incelenmesi sonucunda ulaşılan ve kulların dünya-âhiretteki yararlarının gözetilmiş olduğu, bir üst kavramdır… “Zarar-ı âmmı def‘ için zarar-ı hâs ihtiyar olunur”(Mecelle, md. 26) gibi. Maslahat kavramı, Batılıların aksine, hem ruhî hem bedenî faydaları kapsar. Maslahat ve öteki dünyanın da mutluluğunu sağlayacak sağlıklı tercihler, ancak dinî bildirim yoluyla olacağından; İslâm âlimleri maslahatla ilgili değerlendirmelerde, naslara aykırı olmama ölçütüne ağırlık vermişlerdir (TDV, İA, Maslahat)

Örf:  “İyi olan, yadırganmayan, bilinen, tanınan; peş peşe gelen” anlamlarındaki urf kelimesi Kur’ân’da, “Sen af yolunu tut, iyiliği emret, cahillerden yüz çevir”(A‘râf 199) şeklinde bir yerde geçerken, onun türevi olan “ ma‘rûf ”,  otuz dokuz yerde geçer ve “akılla veya dinî bildirim yoluyla iyi olduğu bilinen davranış” anlamına gelir. Ebû Süfyân’ın karısı Hind’e söylediği, “ Mâruf üzere, sana ve çocuklarına yetecek kadar alabilirsin” sözü (Nesâî, Dârimî) de örf ve âdetin sünnetteki dayanakları arasında zikredilir. Tâbiîn döneminde örf için “sünnet” kelimesinin kullanıldığı görülür ki, burada örf “toplumun sünneti” anlamına gelir. Resûl-i Ekrem’in takrîrî sünneti, çoğu zaman toplumda yer etmiş tatbikatla ilgilidir. İslâmiyet’in evrensel karakterini, yani değişik kültürlere sahip toplumlara hitap etme özelliğini dikkate alan fukaha, İslâm’ın ilkeleri ve değişmez düzenlemeleriyle çatışmayan örf ve âdetleri yok saymazdı. Hâkim karar verirken örf ve âdetlerden yararlanır, meselâ nafaka ile ilgili Talâk 6 âyetinin “bi ma‘rûfin” ifadesinin doğru anlaşılabilmesi için örften yararlanmak şarttır. Akidlerin taraflara sağladığı hakları ve yüklediği vecîbeleri belirlerken amelî örfleri dikkate almak şarttır. Örf, aklî verilerin süzgecinden geçen, vicdanlarda yer tutan, selim tabiatlarca uygun bulunan davranışlar, söz ve eylem biçimleri anlamına gelir ki, bugün milletlerarası hukuk alanında rastlanan hukuk normlarının birçoğu, eski örf normlarından ibarettir. İslâm’ın ilkelerine ters düşmeyen bir örfün, fıkhî sonucun belirlenmesinde önemli bir etkiye sahip olduğu açıktır. Beldeye göre ergenliğin başlangıç yaşının ve kadınların aybaşı hallerinin zamanı ve süresini örf belirler. Mâlikî mezhebinde çok önemli olan Medine halkı uygulaması da hep örfle ilgilidir. Osmanlı’da şer‘î hukuktan ayrı, fermanlardan oluşan “örfî hukuk” adı verilen kanun manzumesi vardı ve bu nedenle Dîvân-ı Hümâyun’da örfî hukuktan sorumlu üye olarak yer alan nişancıya “müftî-i kānûn” denirdi (TDV, İA, Örf).

Örfî hukukun sadece Osmanlılar’a has olmadığı, diğer Türk ve İslâm devletlerinde de bulunduğu bilinmektedir… Malaya adalarında görülen ve adına “adat hukuku” denilen bir örfî hukuk çeşidi de belirtilmelidir… Esasen İslâm hukuku örf ve âdet, sedd-i zerâi‘, maslahat ve istihsan gibi hukuk kaynaklarıyla devlet başkanı veya kanun koyucuya, yasama alanında geniş yetkiler vermiştir. Yine ta‘zîr gibi ceza, tekâlîf-i örfiyye gibi vergi, mîrî arazi gibi eşya ve idare hukuku alanlarında, ülke ihtiyacının ve kamu düzeninin gerektirdiği düzenlemeleri yapmak devlet başkanına bırakılmıştır, buna “siyâset-i şer‘iyye” adı verilir… Osmanlı örfî hukuku, bazı istisnalar dışında, İslâm hukuk sistemi içindedir… Şer‘î hukukun nastan kaynaklanan kuralları değişmez… örfî hukuk kuralları bütünüyle değişebilir Padişahlar tarafından konulan kanunlar… kural olarak, bunların saltanat süreleriyle sınırlıdır… Mecelle ’de örfle ilgili pek çok madde bulunmaktadır ” (TDV, İA, Örf).

Temellerinde Makāsıdü’ş-şerîa‘, maslahat ve örf bulunan; anayasa-kanun-yönetmelik-genelge- yönerge gibi düzenlemeleri, hayata geçirecek olan elbette, devlet başkanı ile birlikte yetkili organlardır. Bundan sonraki bölümde, tarihi süreç içinde “ulu’l-emr, emîrü’l-mü’minîn, halife, sultan, reisicumhur” gibi değişik isimlerle anılmış olan devlet başkanının görevleri, yetkileri ve özellikleri; başkanı seçecek  “Ehlü’l-hal ve’l-akd”; başkanın tüm toplum tarafından kabul edilmesi, (meşruiyeti) demek olan “biat”; devletin ilmiyye-kalemiyye-seyfiyye kadroları ile yönetiminde başvurulacak “Meclis-i-Meşveret, Şûrâ, Şûrâ-yı Devlet”  konuları kısaca ele alınacaktır.

Yorum Ekle
Adınız :
Başlık :
Yorumunuz :

Dikkat! Suç teşkiledecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

sanalbasin.com üyesidir

ANA HABER GAZETE
www.anahaberyorum.com
İşin Doğrusu Burada...
İLETİŞİM BİLGİLERİMİZ
BAĞLANTILAR
KISAYOLLAR
anahaberyorum@hotmail.com
0312 230 56 17
0312 230 56 18
Strazburg Caddesi No:44/10 Sıhhiye/Çankaya/ANKARA
Anadolu Eğitim Kültür ve Bilim Vakfı
Anadolu Ay Yayınları
Ayizi Dergisi
Aliya İzzetbegoviç'i
Tanıma ve Tanıtma Etkinlikleri
Ana Sayfa
Yazarlarımız
İletişim
Künye
Web TV
Fotoğraf Galerisi
© 2022    www.anahaberyorum.com          Tasarım ve Programlama: Dr.Murat Kaya