GİRİŞ
Bu soruya, pek çok makalede, “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zariyat 56) ayeti, cevap olarak veriliyor. Hâlbuki bu ayette sadece bilinç sahibi insanlar ve cinlerle ilgili bir cevap var, gökleri ve yeri içine alan kâinatla ilgili bir cevap yok. Bu ayetin hedefi, tevhidi vurgulamak ve ibadet-itaat edilecek tek otoritenin rabbimiz olan Allâh olduğunu, insan ve cin şeytanları ile mücadelede Allâh’tan yana tavır koymak gerektiğini, diğer sahte ilahların terk edilmesi gerektiğini, bunun da Allâh’a kulluk olduğunu insanlara öğretmek ve hatırlatmaktır. Bu nedenle başlıktaki sorunun cevabı, tüm kâinatı da içine alacak şekilde, çok daha geniş ve farklı olmak durumundadır.
İnsanoğlunun – dikkat: maymunumsu benzerlerinin değil(!) - yeryüzündeki macerasının başlangıcı, bilimin ortaya koyduğu delillere göre, yaklaşık 60 bin yıl öncesine kadar gider. Göklerin ve yerin yaratılış macerası ise, günümüz astronomisinin bilgilerine göre, yaklaşık 13,8 milyar önce Allâh’ın “ol!” emrine uygun olarak meydana gelen “big bang: büyük patlama” anına kadar gider. Yerin ve göklerin yaratılış macerası milyarlarca yıldır sürerken, yaklaşık 4,5 milyar yıl önce de dünyamız yaratılır, geçen zaman içinde dünyada denizler-dağlar-ovalar ve sonra buralarda bitkiler-hayvanlar yaratılır. Nihayet tam dengeli bir yaşantı düzeninin oluşmasından sonra da, Kur’ân-ı Kerim ifadesiyle, - Allâh’ın değil(!) - “Yeryüzünün Halifesi” olarak insan yaratılır ve daha önce yaratılanların hepsi “İnsanoğlunun emrine amade” kılınır.
Görüleceği gibi, kâinatın yaratılmaya başlandığı 13,8 milyar yıl ile insanın yaratıldığı 60 bin yılın uzunluk bakımından kıyaslanması bile mümkün değildir. İnsanoğlu üzerinden geçen zaman kısacık, (İnsan 1) ayetinde belirtildiği gibi zikredilmeye anılmaya değmeyecek kadar kısadır. Her ne kadar tefsircilerimizin bir kısmı, başka anlamlar vererek, insanın zikre değmeyecek kadar önemsizliğini vurgulamışlarsa da, bu ayetin bizce anlamı, zikredilmeye anılmaya değmeyecek olan; insanlığın yaratılmasından beri geçen yaklaşık 60 bin yıldır, yani kâinatın yaratıldığı milyarlarca yıla göre kıyaslanmayacak kadar kısacık olmasıdır, yoksa insanın değeri veya değersizliği değil. Kâinatın yaratılmaya başlanması ile insanın yaratılması arasında kocaman bir boşluk var ve boşluğu (Zariyat 56) ayeti açıklayamıyor. Şu halde insanların yaratılmasından çok önce, göklerin ve yerin yaratılışının da bir hikmeti olmalıdır. Başta Kur’ân-ı Kerim olmak üzere ulaşabildiğimiz kaynaklardan elde ettiğimiz bilgileri yorumlayıp, bu soruya doyurucu bir cevap bulmaya çalışacağız, inşallah…
ALLÂH KÂİNATI, BİR HAK, BİR GERÇEK OLARAK, HİKMETLE YARATMIŞTIR
Allâh (c.c.), “subhan”dır, her türlü eksiklikten, kusurdan, noksanlıktan, her tür insani zaaftan uzaktır. Dolayısıyla boş, faydasız, saçma, sebepsiz hiçbir iş yapmaz. “O” en iyi bilendir, en mükemmeldir, en büyüktür, sayabileceğimiz en yüce nitelikler(El-esmaul-husna) O’na aittir. Yani düşünülebilecek bütün negetifler (-)ler O’ndan uzak, bütün pozitifler (+)lar da en mükemmel haliyle O’na aittir. Şu halde kâinatın yaratılışı da boşuna, yararsız, sebepsiz olamaz, kesinlikle hepsini ancak Rabbimizin bileceği bir takım hikmetleri vardır.
Âyetlerde göklerin ve yerin yaratılışıyla ilgili olarak, “bâtıl-boşa yaratmadık”(Âl-i İmrân 191, Sâd 27), “hakk olarak yarattık”(En'âm 73, Yûnus 6, İbrâhîm 19, Hicr 85, Nahl 3, Ankebût 44, Rûm 8, Zümer 5, Duhân 39, Câsiye 22, Ahkâf 3, Tegâbün 3), “lâib-oyun/oyuncak/ oyalanma/eğlenme olsun diye yaratmadık”(Enbiyâ 16, Duhan 38) ifadeleri kullanıldığına göre; “Allâh herhangi bir şey yapmaya mecbur değildir, herhangi bir illet-sebep-gaye-hikmet gerekmez” gibi eski kelamcılarımızın yaptığı bir kısım kelâmi tartışmalara girmeksizin; göklerin ve yerin “bâtıl” olarak değil “hakk” olarak yaratıldığını anlıyoruz. Burada bâtıl, “boş yere, faydasız, saçma, sebepsiz, gelişigüzel, gereksiz, gayesiz…” anlamına geldiği için bu anlamların karşıtı olan “hakk” da, kelimenin tam anlamıyla “hikmet, hikmetli” demektir ki, meallerde de doğru bir şekilde hep bu kelimelerle çevrilmiştir.
Ancak “Hakk” kelimesi bu anlamından ayrı olarak, “var olan, gerçek olan, uydurma-hayali-zan-serap-vehim-yalan olmayan…” anlamına da geldiğinden, ilkiyle karıştırılmaması için doğru bir şekilde hep “hakiki olan, gerçek olan” gibi kelimelerle tercüme edilmiştir. “Hakk” kelimesinin ikinci anlamı da bize doğru, güzel açılımlar sağlar. İslam dünyasına eski Yunanın Eflatun’cu ve şüpheci felsefi anlayışlarından aktarılan ve kâinatı, gerçek olarak saymayan, tam aksine zihni bir kurgu, bir hayal, bir “idealar dünyası ” olarak düşünen hatalı kelami- tasavvufi anlayışlara karşı da biz müminleri korur. Ne Kur’an ve ne de sahih hadislerde bulunmadığı halde, sonradan İslâm dünyasına sokulmuş olan “Lâ mevcûde illâllâh” uydurmasını da, reddetmemizi sağlar. Evet, Allah’tan başka hakiki varlık yoktur ama Allâh’ın hak olarak yarattığı, insanlar da dâhil tüm kâinat vardır ve hepsi mahlûk (yaratılmış) olsalar da, birer gerçektirler ve bir hayal bir vehim değildirler. Allâh’ın hak olarak yarattığını kimse yok sayamaz. Doğru olan “Lâ ilahe illâllâh” sözüdür, yoksa “Lâ mevcûde illâllâh” uydurması değil…
Allâh’ın âyetlerde hikmet anlamında kullandığı “Hakk” kelimesine tekrar dönersek, biz kullarına düşen de güçleri yettiği kadar bu hikmetleri aramak, bulmak ve anlamaya çalışmaktır. Zira Rabbimizin bize, böyle bir görev yüklemektedir. Nitekim Kur’an şöyle buyuruyor:
“Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allâh'ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. ‘Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru’ derler”(Âl-i İmrân 191). Apaçık görülüyor ki, “Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünmek” bize Allâh’ın yüklediği bir görevdir. Ne zaman ve nasıl yaratıldığını anlamak gibi niçin yaratıldığını, yaratılış hikmetlerinin ne olduğunu anlamak da görevimizdir, tabii ki gücümüzün yettiği kadar.
Yukarıdaki ayetlerde geçtiği üzere Allâh, gökleri ve yeri “bâtıl-boş” yere değil, hak olarak yarattığını bildiriyor ama bu hakkın bu hikmetin “lâiben-oyalanma/eğlenme” olmadığını da söylüyor. O halde oyun ve eğlencenin ötesinde çok daha yüksek hikmetler olmak gerekmektedir.
Şüphesiz ki Kâinatın kendisi, ilâhî bir mûcizedir. Sözle ifade edilemeyecek ancak üslü rakamlarla yazılabilecek kadar uçsuz bucaksız genişliğe sahiptir... Yukarıda zikredilen 13,8 milyar yıllık kâinat yaşını saniyeye çevirir, önce ışığın saniyedeki hızı ile sonra da tekrar iki ile çarparsak, bulacağımız rakam kâinat küresinin yaklaşık çapını verecektir ki, (2,6 x 10 23) km yapar ve üstelik her an da ışık hızıyla genişlemektedir. Kimi yeni teorilere göre bu çap çok çok daha fazladır. Halen en hassas gök radarlarının ulaştığı mesafe, bu genişliğin sadece 9 milyar ışık yılı uzaklığı kadar olanıdır ve bundan ötesi için hiçbir şey bilinmiyor. Üstelik kâinatın bu çok uzak noktalarından gelen yıldız ışıkları bize, milyarlarca yıl önceki bilgileri taşıyor ve şimdiki halleri nedir asla bilemiyoruz. Rabbimiz, kâinatı 7 gök olarak yarattığını ve en yakın göğü yıldızlarla donattığını söylüyor (Saffat 6, Fussilet 12, Mülk 5) ki, milyarlarca gezegen-yıldız-galaksilerle dolu bu en yakın göğün ötesindeki göklerin ne olduğunu, hiç bilmiyoruz ve bilemiyoruz…
Üstünde yaşadığımız dünyaya gelince, her şeyin tamamen canlıların yaşamasına uygun şekilde hazırlanmış olduğu, tam bir mucize. Hayatın sürdüğü yer kabuğunda sıcaklık ortalama 16 oC iken, kabuğun altında dünyanın merkezinde 6000 oC civarında nükleer bir santral yani bir cehennem var ve tam tersine de, atmosferde yükseldikçe soğuma ve yaklaşık 80 km yükseklikte, (-100) oC civarında dayanılmaz bir soğukluk var. Ve dayanılamaz yaşanılamaz bu iki aşırı uç sıcaklık ve soğukluk arasında da, milyarlarca çeşitlilikte insan-hayvan-bitki-mikrobik canlılar, dipdiri bir hayatı sürdürüyor. Denilebilecek tek şey var: Allâhu ekber!..
Bu sözü geçen her iki mucizeyi de elbette hayvanlar değil, akıl sahibi cinler ve insanlar takdir edebilecektir. “Kâinatta hiçbir şey yoktur ki hamd ile Allah'ı tesbih etmesin. Fakat siz onların bu tesbihlerini kavrayamazsınız”(İsra 44). Her ne kadar Yerde ve göklerde bulunan varlıkların hepsi, kaya-taş-toprak gibi cansız bile olsalar ve buna rağmen bizim anlamadığımız bir biçimde Allâh’ı anmakta tesbih etmekte iseler de, kâinatın nasıl ve niçin yaratıldığını düşünebilecek ve hikmetler-dersler çıkarabilecek olanlar sadece, akledebilen ve idrak edebilen, cinler ve insanlardır. Düşünecekler ve hiç aksamadan çok düzgün bir şekilde çalışan bu muazzam kâinat sisteminin, asla tesadüfen ve kendiliğinden olamayacağını kavrayacaklar, Yüce Yaratıcının varlığını anlayacaklar, büyük bir hayranlık ve acziyet duygusu içinde O’nun önünde eğilip, emirlerine bağlanacaklardır. Yıldızlara, aya ve güneşe bakarak onlara değil, onları da yaratan Yüce Allah’a yönelen İbrahim(a.s.), bu konuda bize en güzel bir örnektir. Biz de onların yaratılış hikmetlerini kavramaya çalışacağız, inşallah…
(Devam Edecek)