GİRİŞ
Kavli (sözle ilgili, vahyi) âyetlerle, kevni (evrenle-varlıklarla-oluşumla ilgili, fenni ) âyetler arasında, bir çelişki olamayacağı bir mümin bilimci için apaçık bir gerçektir. Çünkü her ikisi de, yaratan ve yarattığını en iyi bilen Allâh’tan gelen âyetlerdir. Ancak, kökü Eski Yunan felsefecilerine kadar giden ateist (tanrı tanımaz) anlayışa göre, çok değil 100 yıl öncesine kadar, kimi bilim insanlarına ve tüm ateistlere göre evren, zaman ve mekân bakımından başı sonu olmayan, nasıl oluştuğu bilinmeyen, kendiliğinden var olduğu peşinen kabul edilen bir yıldızlar, gezegenler, uydular topluluğu idi. Dolayısıyla, evrenin varlığını açıklamak için bir yaratıcıya da ihtiyaç yoktu.
Ancak bu zihni rahatlık, 1929 yılında Amerikalı uzak bilimci Edwin Hubble tarafından gelişmiş teleskoplarla, yıldızlardan gelen ışığın spektrumunda, renk frekanslarının kırmızıya doğru kaydığının, tespit edilmesiyle sona erdi (URL-1). Bu olay fizikte bilinen, sesin frekansının sesin geliş hızıyla değiştiği “Doppler Olayı”idi. Yıldız ışıklarındaki bu kırmızıya, yani daha büyük dalga boylarına doğru kaymanın anlamı, galaksilerin bizden ve birbirlerinden uzaklaşması demekti. Bu da, zamanda geriye doğru gidilirse tüm evrenin, gittikçe küçülerek bir noktaya kadar indirgenmesi demekti. Böylece insanlığın bilimsel düşünce ufkuna, “Big Bang = Büyük Patlama Teorisi” doğdu. Bu teori, evrenin bir başlangıcı olduğunu, ezeli bir varlık olmadığını ortaya koyduğu gibi, takiben de, evrenin-yıldızların-güneşin- dünyanın yaşlarının hesaplanmasını ve bundan sonra evrenin ne olabileceği hakkında yeni araştırmaların yapılmasını gündeme getirdi. Bu teori, zaman içinde daha olgunlaştı ve 1965 yılında A. Penzias ve R. Wilson adlı iki Amerikalı araştırmacı, büyük patlamanın ilk dönemlerinden kalan ve evrenin tüm uzay boşluğuna yayılmış olan, en eski (13,8 milyar yıllık) “Kozmik mikrodalga arka plan radyasyonu”nu keşfederek, 1978 Nobel Fizik Ödülünü kazandılar (URL- 2). Bu keşif aynı zamanda, big bang teorisinin de kesin kanıtı oldu.
Bugün bu teori sayesinde, evrenin dünya dışındaki ortalama uzay boşluğu sıcaklığının; mutlak sıfır noktasında yani tüm atomik ve moleküler titreşimlerin bittiği mutlak “0” K (Kelvin) derece olmayıp, biraz daha sıcak yaklaşık olarak 2,75 oK (-270,4 oC) sıcaklığında olduğu hesaplanmıştır. Yani, Hidrojen gazının bile sıvıdan öte taş gibi katılaştığı 20,39 oK sıcaklıkdan daha soğuk ve mutlak sıfırdan da yaklaşık 3 oC daha sıcak bir sıcaklıktır. Bir süre sonra yine Amerikalı iki fizikçi J. Mather ve G.Smoot, bu mikrodalga arka plan radyasyonunun, uzaydaki karadeliklerin etkisiyle her yerde aynı olmadığını, eşit dağılımdan saptıklarını göstererek “Kozmik mikro dalga arka plan radyasyonunun siyah cisim şekli ve anizotropisi”ni keşfettiler ve 2007 Nobel Fizik Ödülünü kazandılar (URL- 2). Böylece big bang teorisinin kesinliğini de perçinlemiş oldular. “Big Bang” teorisi, bu gün kozmoloji(evrenbilim)de, tüm oluşumları makro düzeyde açıklayabilen, tek ciddi bilimsel teoridir. Bu modelin diğerlerinden farkı, bilim insanlarının çok büyük bir kısmının, 2018 yılında ölen ünlü İngiliz fizikçi ve gök bilimci Stephen Hawking de dâhil, bu kuram hakkında hem fikir olmalarıdır. Bu hususta Hawking’in görüşü açıktır: “Matematik sonsuz sayılarla tam anlamıyla uğraşamadığından ötürü görelilik teorisi bu noktada çöker. Bu çöken şeye tüm bilinen fizik yasalarını da eklemek gerekir. Çünkü büyük patlamayla çöken yalnızca genel görelilik değil, bilimin tümüdür. Ondan önce neler olduğunu bilmemekle kalmıyoruz, bunları bilemeyiz de!’. Her şey zaten o an başlamıştır... bu noktada neler olup bittiği hakkında bilgi alınabilecek tek kaynak yaratıcının kendisidir” (Kütük, s. 161-164).
Bizim için ise en önemlisi, big bang teorisinin, Kur’an’daki ayetle, bire bir örtüşüyor olmasıdır. (Enbiya 30) ayeti şöyle söylüyor: “E ve lem yerellezîne keferû ennes semâvâti vel arda kânetâ retkan fe fetaknâ huma^” “O kâfirler görmez (bilmez) mi ki, gökler ve yer (başlangıçta) bitişiktiler ve sonra biz o ikisini ayırdık...”. Tefsirlerimizde (DİB, Kur’an Yolu), bu konuyla ilgili birçok yorum varsa da, bu günkü bakış açımızla anladığımız husus; günümüzün astronomik dili ile olmasa da, o günün insanlarının anlayabileceği bir dille, başlangıçta var olan tek bir ana kütleden, yerin ve göklerin birbirinden ayrılarak yaratıldığıdır.
Big Bang gerçeği, zaman ve mekân olarak başı-sonu olmayan, durağan evren teorisini yıktı ve bilimcileri büyük bir patlama ile başlayan “Yaratılan Evren” gerçeğine götürdü. Evren ezeli yani başlangıcı olmayan bir varlık değildi, bir zamanlar evren de yoktu, ancak belli bir zamanda, yani günümüzden 13,8 milyar yıl önce var olmuştu. Yani hem yüzyıl önceki hem de günümüz ateistlerinin zannettiği gibi, zaman ve mekân olarak başı-sonu belirsiz, sonsuz bir evren artık yoktur. Tam tersine, kapladığı yer bakımından büyüklüğünün çapı yaklaşık olarak belirli olan ve hesaplanabilen, zaman olarak da başlangıcı belirli olan ve fizik-astronomi-matemetik bilimlerine göre şimdiden ne zaman olacağı bizim açımızdan bilinemese de, kesinlikle sonu da gelecek olan “yaratılmış” bir evren var. Her ne kadar ateistler bu bilimsel gerçeği kabullenemeseler de evren yaklaşık 13,8 milyar yıl önce, ya da daha ihtiyatlı bir ifade ile 13-14 milyar yıl önce, yüce yaratıcımız “ALLÂH “ tarafından yoktan yaratılmıştır.
Bu girişten sonra, evrenin yaratılışı ile ilgili bilimsel ayrıntıları ve kaynakları, “EVREN ve HAYAT” kapak isimli kitabımıza (Eryılmaz, s.10-54) bırakarak, evrenin yaratılışını ve sonra hayatın yaratılışını incelemeye başlayalım. Canlılığın yaratılışı ile ilgili reaksiyonların entalpi, entropi ve serbest enerji değişimlerini; kitabımızdaki bilgilere ek olarak yeni reaksiyonları da katarak inceleyeceğiz.
CANSIZ MADDEDEN, CANLILIĞIN YARATILIŞI
Göklerin ve yerin yaratılması konusundan sonra kafaların en çok karıştığı önemli iki konu, cansız maddeden canlıların yaratılışı ve sonunda da insanın yaratılışı konularıdır. Canlılığın yaratılışı konusuna girerken öncelikle, kimya ve fizik laboratuvarlarında, cansız kimyasallarla yapılan reaksiyonlarda, başlangıç maddelerinden; sıcaklık, basınç, konsantrasyon, katalizör, karıştırma gibi değişkenleri kullanarak, yeni ürünlerin sentezlerinde ne gibi kanun ve kuralların geçerli olduğuna bakalım.
Günlük hayatımızda farkında olsak da olmasak da, milyarlarca değişik fiziksel veya kimyasal olaylar meydana gelir. Bunların bazıları toplum hayatını ilgilendiren sosyolojik kanunlar ve ek olarak fizik-kimya kanunları halinde tespit edilmiş sünnetullah gereği olarak, Allah hariç başka hiçbir yaratığın etkisine ihtiyaç olmadan kendiliğinden gerçekleşirken, bazıları da kendiliğinden olmaz dış destek (dıştan gelecek bir enerji, bir etken) ister. Dağdan kopan bir kaya parçası yerçekimi dediğimiz sünnetullah gereği, daima kendiliğinden aşağı düşer, yukarı çıkmaz. Aşağıda bulunan bir kaya da dış bir gücün yardımı olmadan yani kendiliğinden asla yukarıya doğru çıkmaz. Yüzlerce örnek verilebilirse de canlılıkla ilgili olması açısından kuru bir ağacın yanmasını düşünelim. Ağaç bir kere tutuştu mu, oksijen var olduğu sürece, ağaç bitesiye kadar kendiliğinden yanmaya devam eder, tersi ise asla olmaz; yani yanma sonucunda oluşmuş “duman, su buharı, karbondioksit, kül” karışımı geriye doğru kendiliğinden asla bir ağaç oluşturmaz. Bilinen bütün teknikler kullanılsa bile, yine sünnetullah gereği, bitki ağaç gibi aracı canlı varlıklar olmaksızın; (su, duman, karbondioksit, kül) karışımından asla bir odun parçası kendiliğinden oluşmaz, insan olarak bunu kimse yapamaz. Ancak ağaçlar ve bitkiler üzerinden, yine sünnetullah gereği, (karbondioksit ve su) önce glukoz sonra da ağaç haline dönüşür. Günlük yaşantıda karşılaştığımız her olay için, gerçek ve ilk fail Allah olduğu halde, “Allah yaptı” ifadesini çoğu zaman kullanmayız. Çürük yapıldığı için depremde çöken bir bina için “Allah çöktürdü” denmez, bina çürük olduğu için, “depremde kendiliğinden çöktü” denir. Ama zaten biliriz ki - sünnetullah gereği- çürük bina, deprem ve yer çekimi etkisiyle çöker. Bunun gibi, Allah’ın etkisi hariç, dağdan kopan bir kaya parçası da, yerçekimi dediğimiz sünnetullah gereği, daima “kendiliğinden” aşağı düşer. Şimdi sözünü ettiğimiz anlamda fizik olarak, “kendiliğindenlik” şartlarına tekrar gelelim...
ENTALPİ, ENTROPİ VE SERBEST ENERJİ DEĞİŞİMİ
Bir sistem, dışarıya enerji vererek, daha düşük enerjili bir hale dönüşürse, bu dönüşüm kendiliğinden olur. Buna “entalpi azalması” denir ve (- AH) ile gösterilir. Güneşin ısısı ile su buharlaşarak, atmosfere su buharı verir, yükselen su buharı atmosferin yüksek tabakalarında soğur ve güneşten aldığı bu enerjiyi tekrar geri vererek - tabii ki yine sünnetullah gereği - kendiliğinden suya dönüşür. Kendiliğinden meydana gelen pek çok olayda bu enerji azalması, enerji kaybı vardır.
Olayın kendiliğinden meydana gelmesi için enerji kaybı, tek şart değildir. İkinci bir şart, ikinci bir faktör daha vardır. O da, sistemin düzenli bir halden, düzensiz ya da daha az düzenli bir hale geçmesidir. Örnek olarak belirli bir şekildeki katı bir buz kütlesi eriyince, tamamen, şekilsiz bir sıvıya dönüşür; yani katı buz halindeyken, yerleri buz kristali içinde belirli ve sabit olan su molekülleri, eriyince serbest kalır düzensiz bir hal alır, yerleri belirsizleşir ve kabın içinde gelişigüzel hareket etmeye başlarlar. 0 oC daki buz eriyip de 0 oC daki su haline gelirken, sıcaklığı değişmediği halde, serbest kalan su moleküllerinin hareket enerjisini karşılamak üzere çevresinden “erime gizli ısısı” dediğimiz bir enerjiyi alır ve düzensizliği artar, yani “ entropi artışı ” gerçekleşir ve bu da (+AS) ile gösterilir. Kendiliğinden tesadüfen oluş ile “yaratılış” konularını inceleyen makale ve kitablarda, batıdan yapılan çevirilerin de etkisiyle, hep entalpi ve entropi kavramları kullanılır. Hâlbuki tek başlarına bu iki kavram kendiliğinden oluşu açıklamada yetersiz kalır. Yukarıda söz edilen buz erime olayında, kendiliğindenlik için gerekli entropi artışı olurken, dışardan ısı aldığı için entalpi de artar ki bu, kendiliğinden oluşa terstir. Ya da tersine buzdolabına konulan suyun donmasında da entalpi azalırken, entropi de azalır ve kendiliğindenlik üzerine yine ters etki yaparlar ama sonuçta su donar.
Kendiliğinden olan bir olayda her zaman, entalpi azalması ve entropi artışı bir arada olmaz. Net sonucu, bu iki olayın toplamı belirler ki buna da “ serbest enerji değişimi ” denir ve hepsi birbirine,
AG = AH - (T x AS)
formülü ile bağlanır. Buradaki “T” sembolü, Kelvin derece cinsinden, değişimin yani reaksiyonun meydana geldiği ortamın sıcaklığını gösterir. Eğer, son toplamda AG değeri ( çok -) ise, değişim yani reaksiyon kendiliğinden olacak demektir, fakat tersine (çok +) ise, kendiliğinden olmayacak demektir. Bütün fiziksel- kimyasal-biyolojik reaksiyonların, yani çevremizdeki değişimlerin, kendiliğinden olup/olmayacağını tayin eden tek ve son bilimsel belirleyici faktör; işte bu, serbest enerji değişimi faktörüdür. Eğer bir sistem, hem enerji kaybediyor hem de düzensizliği artıyorsa, kendiliğinden değişim olur. Yok, eğer hem enerji kazanıyor hem de daha düzenli hale geliyorsa, bu değişim, cansız reaksiyon ortamlarında - Allah dilemedikçe - kendiliğinden asla ve asla olamaz. Ara durumda, yani enerji kaybederken entropisi azalıyor veya enerji kazanırken entropisi artıyor ise; sonuç, iki faktörün toplamına bağlı olur. Küçük (-) veya küçük (+) (AG) değerlerinde ise, belli bir denge halinde, kısmen ileri, kısmen de geri yöne doğru reaksiyon gerçekleşir. Yani olay veya reaksiyon, %100 olmaz da; söz gelişi, %25, %50, %75 vs. oranlarında gerçekleşir.
Örnek olarak (A ^ B) gibi bir kimyasal reaksiyonda, reaksiyon sonrası maddeler dengeye geldikten sonra, ortamda bir arada bulunan B ve A maddelerinin denge halindeki konsantrasyonlarının oranları, basitçe (K) denge sabiti olarak şöyle formüle edilir:
K = [B] /[A]
Yani belli bir reaksiyonda, belli bir sabit sıcaklıkta, reaksiyona giren ve çıkan maddelerin konsantrasyonları arasında belli ve sabit bir oran vardır. Bu K sabiti de, gerçekleşen reaksiyonun serbest enerji değişimine(AG), şu formüle göre bağlıdır:
AG = - RT LnK
Aşağıdaki tablo, bu formüle göre, serbest enerji değişimi(AG) ile (K) denge sabiti arasındaki ilişkiyi rakamlarla göstermektedir (Petrucci, s. 843):
AGo
|
K
|
ANLAMI
|
+ 200 k J/ mol
|
9,1 x 10 - 36
|
Reaksiyon dengesi geriye doğru
|
+ 100
|
3,0 x 10 - 18
|
" "
|
+ 50
|
1,7 x 10 - 9
|
" "
|
+ 10
|
1,8 x 10 - 2
|
" "
|
+ 1.0
|
6,7 x 10 - 1
|
" "
|
0.0
|
1,0
|
Reaksiyon dengesi ileri-geri eşit
|
- 1.0
|
1,5
|
Reaksiyon dengesi ileriye doğru
|
- 10
|
5,6 x 10 1
|
" "
|
- 50
|
5,8 x 10 8
|
" "
|
- 100
|
3,3 x 10 17
|
" "
|
- 200
|
1,1 x 10 35
|
" "
|
Örnek olarak; (+50 k J/mol) için 1.7x10-9 demek, reaksiyon denge haline ulaştıktan sonra, reaksiyon ortamında, başlangıç madde molekül miktarı 10 9 yani 1 milyar ise, nihai ürün miktarı da, 1.7 yuvarlak olarak 2 kadar demektir. Yani yaklaşık olarak ürün miktarı, başlangıç maddelerinin sadece milyarda 2’ si kadardır ki, ihmal edilebilir son derece küçük bir miktardır. Yani reaksiyon (fizik-kimya-biyolojik olay), ileriye doğru yürümüyor demektir. (-50 k J/mol) için de, işlem tam tersidir, yani işlem kendiliğinden tam olarak ileriye doğru yürür demektir. Reaksiyonun serbest enerji değişimi(AG) ne kadar (-) ise, (K) denge sabiti de o kadar büyük, reaksiyon
o kadar (B) ürünü tarafına kaymış ve yaklaşık %100 gerçekleşmiş demektir. Ara değer (0 k J/mol) için, denge hali vardır ve ortamda başlangıç maddeleri ile ürünler, eşit miktarlarda birlikte bulunuyorlar demektir. Kuvvetli inorganik asit ve kuvvetli inorganik bazların karıştırılmasıyla tuz oluşum reaksiyonları böyledir ve % 100 gerçekleşir. Buna karşılık organik reaksiyonların ise neredeyse hemen hemen tamamı, kısmen gerçekleşen, dolayısıyla ortamda hem başlangıç maddelerinin, hem de sonuç maddelerinin (ürünlerin) bir arada bulundukları denge reaksiyonlarıdır. Tüm canlı hayatın başlangıç maddesi olan, canlıların hem hücre yapı taşlarının başlangıç maddesi, hem de hareket için gerekli enerji kaynağı olan glukoz maddesinin, yeşil yapraklı bitkilerce sentezi de, böyle bir organik-biyolojik denge reaksiyonudur ve “Fotosentez” adıyla bilinir.
CANLI HAYATIN TEMELİ OLAN GLUKOZ SENTEZİ
Bitkilerin yeşil yapraklarında meydana gelen Fotosentez reaksiyonunda, ölü-cansız birer inorganik madde olan su ve karbondioksit gazlarından; klorofil molekülünün katalizörlüğünde, güneşin ışık enerjisi kullanılarak, hayatın vazgeçilmez ve ana başlangıç organik molekülü(ana gıdası ve yapıtaşı olan) glukoz meydana gelirken, yine hayatın sürmesi için gerekli olan taze oksijen gazı elde edilmekte ve tekrar atmosfere geri verilmektedir. Böylece canlı hayatın kesintisiz bir şekilde sürmesi için gerekli mükemmel bir iç dönüşüm ve denge sağlanmaktadır. Canlıların, vücutlarında glukozu enerji kaynağı olarak kullandıkları sırada, havaya verdikleri karbondioksit gazı; fotosentez yoluyla tekrar glukoza dönüştürülürken, atmosfer içindeki miktarının artması da, dünyanın havasını ısıtan sera gazı etkisi de engellenmiş; bu arada meydana gelen taze oksijen takviyesiyle, canlılar için gerekli atmosferde oksijenin devamlılığı da sağlanmış olur. Bu, Allah’ın, sünnetullahının gereği kurduğu harika bir dengedir!... Ama ayrıca, yukarıda kısaca özetlediğimiz “ serbest enerji değişimi” ve “kendiliğindenlik” kurallarına göre, asla olmaması gereken bir reaksiyondur. Çünkü hem entalpisi artıyor hem de entropisi azalıyor ve bu nedenle de asla olmaması gerekiyor. Ama oluyor, fizikokimyasal kurallara göre olmaması gereken glukoz sentezi, Allah(c.c.)’ ın verdiği “yaratıcı hayat gücü” ile her gün gözümüzün önünde milyarlarca ağaçta meydana geliyor. Konuyu biraz daha yakından inceleyelim. Fotosentez reaksiyonu, yüze yakın ara kademe reaksiyonlarının toplamı olarak kısaca şöyledir (Petrucci, s. 1287):
6 CO2(g) + 6 H2O(s) ^ CsHi2O6(k) + 6 O2(g) (AGo = + 2880 kJ)
Görüleceği gibi bu reaksiyonun “serbest enerji değişimi” çok çok büyük (+) bir değerdir ve yukarıdaki formüle konulup çözümlendiği zaman bu reaksiyona ait (K) denge sabiti 10 - 505 çıkar. Bu değer, yukarıdaki tablodaki değerlerle karşılaştırılınca, sözle ifade edilemeyecek, o kadar küçük bir sayı demektir ki, bu reaksiyon termodinamik olarak asla ve asla olamaz! Çünkü güneşten aldığı büyük enerji ile entalpisi çok artıyor. Aynı zamanda da serbest 6 gaz molekülü ve 6 sıvı molekülü, reaksiyon sonunda 6 gaz ve 6 kristal-katı glukoz molekülüne dönüşüyor ki, her iki taraftan 6’şar tane gaz molekülleri çıkarılırsa, geride 6 tane sıvı-hareketli su molekülünün, glukoz molekülü bünyesinde sabit hale geldiği ortaya çıkar. Bu, entropinin de çok azalması demektir. Yani her iki faktör de reaksiyonun kendiliğinden olma şartına zıt ama bu reaksiyon her yerde ve her zaman oluyor. Ancak canlı organizmada, oda sıcaklığında ve atmosfer basıncında, ekstra laboratuvar şartları gerektirmeden meydana gelebilen bu fotosentez reaksiyonunun, tek bir açıklaması olabilir. O da, Allah’ın yaratıcı gücü ve sünnetullah olarak canlıya koyduğu hayat gücü!
Yukarıdaki tartışmayı sadece bu reaksiyonun serbest enerji değişimi açısından yaptık. Üstelik fotosentez reaksiyonu için katalizör olarak ortamda bulunması şart olan klorofil molekülü (mağnezyumlu ve yeşil renkli organik pigment bileşiği) de, hayatın yaratılışı öncesi şartlar nedeniyle, henüz ortalıkta mevcut değil. Henüz daha glukoz bile oluşmamış ki, onun daha ileri bir ürünü olan ve ondan daha büyük, daha karmaşık olan klorofil bileşiği, canlılığın oluşumu öncesinde nereden hazır olsun? Yani sadece fizikokimyasal serbest enerji açısından değil, reaksiyon için gerekli katalizörün yokluğu açısından da bu reaksiyon olamaz. Ama bu sadece bizim için böyle yaratıcı Allah için değil! O bir şeyi yaratmak istediği zaman ona sadece “ol!” der ve de o şey olur veya olmaya başlar. Yani örnek olarak hasta aniden ölürken, minik bebek de anne karnında oluşmaya başlar. Allahu Ekber!...
Kitabımızda genişçe incelenen bu konu (Eryılmaz, s. 55-66), burada özetleyerek alındı. Ancak kitaba alınmayan bazı reaksiyonlar da buraya ilave edilerek, konu daha açık ve daha belgeli hale getirilecektir. Bunun için “Bakteriyel sistemler için kullanılan yarı reaksiyonlar” tablosunda (Samsunlu, s. 113) verilen reaksiyonlardan alıntılar yapılacaktır:
Hücre reaksiyonlarından (amino asitler, azotlu organikler, proteinler) için verilen 8. Reaksiyonun katsayıları sadeleştirilerek elde edilen
16 CO2 (g) + 4 NH3 (g) + 33 H2 (g) ^ C16H24O5N4 (k) + 27 H2O (s) reaksiyonunda; serbest enerji değişimi, tablodaki bilgilerden hesaplandığında (AG° = + 2127 kJ) gibi yine çok büyük bir (+) sayı ortaya çıkar (buradaki “C16H24O5N4 ” formülü, bir hücre proteininin ortalama kaba formülüdür). Glukoz molekülünden büyük olan kaba protein molekülünü glukoz ile aynı seviyeye getirmek için yarısı alınsa bile, yine 1068 kJ/mol gibi çok yüksek (+) bir değer çıkar ki, yukarıdaki tabloda verilen en yüksek (200 kJ/mol) değerinden bile çok çok yüksektir. Bunun anlamı, hücrede canlı ortamda gerçekleşen protein sentezinin, hücre dışı cansız laboratuvar ortamında kendiliğinden asla meydana gelemeyecek olmasıdır.
Hücre içi katı ve sıvı yağ moleküllerinin sentezlerinde, serbest enerji değişimlerini hesaplamak için, aynı tablodaki 10. Reaksiyonda verilen denklem de sadeleştirilince:
8 CO2 (g) + 23 H2 (g) ^ C8H16O (k) + 15 H2O (s)
denklemi ele geçer ki, tablodaki bilgilerden hesaplandığında bu reaksiyon için serbest enerji değişimi (AGo = + 1669 kJ) bulunur. Bu da çok yüksek + bir değerdir.
Yukarıda verdiğimiz şeker, amino asit, yağ molekülleri için verdiğimiz serbest enerji değişimlerinin hepsi, tabloda verilen en yüksek (+200 kJ/mol) değerinden bile yüksektir. Tabloda (+200 kJ/mol) için verilen denge sabiti K bile, 10 - 36 olarak verilmiştir ki, ürünün başlangıç maddelerine göre oranının (milyar x milyar x milyar x milyar) da 1 olabileceğini gösterir, yani böyle bir reaksiyon hücre dışı cansız bir ortamda asla ve asla meydana gelemez.
Üstelik bu değerler bile toplam 6-8 karbonlu moleküllerin sentezi için bulunmuş değerlerdir. Binlerce karbon atomu bulunan çok büyük nişasta, protein, DNA molekülleri düşünülürse; (+100000 kJ/mol) değerlerini aşacak serbest enerji değişimlerinden dolayı ve Allah’ın koyduğu sünnetullah gereği, hayat gücünden yoksun cansız ortamlarda, canlılık için varlığı “olmazsa olmaz” olan bu organik moleküller, asla ve asla kendiliğinden oluşamazlar!... Ve dolayısıyla, ölü, cansız, akılsız, idraksiz; su, amonyak, karbondioksit moleküllerinden ve hidrojen, oksijen, azot, kükürt atomlarından da kendiliğinden herhangi bir virüs, bakteri, bitki ve hayvan da asla oluşamaz!... Bırakınız türlü türlü formülasyonlar ile canlı üretmeyi; canlı bir yumurtayı suda haşladıktan ve canlılığını yok ettikten sonra, canlılık için gerekli tüm bileşikler içinde olduğu ve hiçbir şey eksilmediği halde, o yumurtaya bile tekrar can vermek mümkün değildir. Yani o yumurta artık ölmüştür ve asla bir daha canlı hale getirilemez! Bugüne kadar hiç kimse bunu yapamadı ve asla yapamayacaktır da. Cansız maddeden canlı üretmek için, kesinlikle bir bakteri, bir mikrop, bir tohum, bir nutfe, bir kök hücre gibi canlı bir varlık kullanmak zorundasınız. Başka çıkış yolu yok!... Cansız maddelerden canlıları yaratan, sadece ve sadece, gökleri ve yeri de yaratan yüce Rabbimiz ALLAH’dır. Her ne kadar ateistler kabul etmek istemese de GERÇEK budur.
1953 yılında ABD’li kimyacı Stanley Miller ve ekibi tarafından iddialı bir deney gerçekleştirildi. Dünyanın ateş halinde olduğu o günün sıcak atmosfer şartlarını taklit ederek (oksijen, amonyak, metan, hidrojen gazları, elektrik kıvılcımları...) ama o zamanlar o çok yüksek sıcaklıkta bulunması asla mümkün olmayan “Cold Trap” (soğuk tuzak) gibi yakalama sistemlerini de ekleyerek, yaptıkları deneyler; ve daha sonra (2006 yılında), bundan daha uygun, daha teknolojik, daha ileri şartlarda ortama CO2, H2S ve SO2 moleküllerini de ekleyerek tekrarlanmış benzeri başka deneyler; bütün ateistler için tam bir hayal kırıklığı oldu. Aminoasitlerin en basiti olan Glisin gibi 2-3 karbonlu küçük moleküllerden başka bir şey elde edemediler (URL-3). Kısacası bugün sahip olduğumuz deliller, Dünya’nın ilk atmosferinin aslında, aminoasitlerin oluşumuna engel teşkil edecek bir ortam olduğunu gösteriyor. O yüksek sıcaklıklarda bir an için yüksek moleküllü bir bileşik oluşsa bile kısa zamanda parçalanıp bozulacaktır. Laboratuvarda cansızlardan canlı imalatı, bugün evrimci otoriteler tarafından bile tamamen terkedilmiş tam bir hayaldir (URL-4). Yaratılış ile ilgili geniş detayları kitabımıza bırakarak şöyle bir özet yapabiliriz:
Cansız madde karışımından en basit tek hücreli bir canlının yaratılışı gibi, çok hücreli minik canlıların; içinde (çekirdek, çekirdekçik, golgi, koful, lizozom, mitokondri, ribozom, sentrozom.) gibi daha küçük, bir kısım iç organeller bulunan bakterilerin, daha sonra erkek- dişi hücre faklılaşmasının, denizlerde ve karalarda balina ve filler gibi çok gelişmiş hayvanların ortaya çıkmasının da “kendiliğinden ve tesadüfen” masalı ile açıklanması mümkün değildir. Hele 1950’lerde keşfedilen, biyolojik özelliklerimizin dosyalandığı, hücre çekirdeklerimizdeki DNA sarmalını tesadüfle açıklamaya çalışmak, tam bir bilim dışılıktır. DNA bilgi taşır fakat bu bilgiyi kullanamaz, RNA ve proteinler olmadan kendini kopyalayamaz. Burada indirgenemez bir sembiyoz (birbirine bağımlı bir yaşam) olduğu görülür. Yani bu üç molekül aynı anda birlikte olmalı ki, canlılık devam etsin. Cansızlıktan canlılığa geçiş döneminde böyle bir birliktelik asla olamazdı.
İndirgenemez kompleks bir sistem, tek bir parçası dahi eksik olsa yapısı nedeniyle çalışamaz. Kan pıhtılaşma sistemimiz, bağışıklık sistemimiz böyle indirgenemez kompleks sistemlerdir. Darwin bile “Şayet ard arda gelen sayısız, yavaş ve ufak değişimlerle oluşması mümkün olmayan kompleks bir organ keşfedilebilirse, benim teorim tamamen çökecektir” demiştir ki, kendisi bunları göremeden öldü, ama taklitçi ardılları hala aynı bilim dışılığı ısrarla sürdürüyor. Çağdaş ateistler Allah’ı kabul etmezler ama evreni oluşturan kütle-enerjinin varlığına bir açıklama getiremezler ve materyalizmleri bu noktada tıkanır kalır (Eryılmaz, s. 52-102).
Farazi ve hayali Darwinist-Evrim teorisi tamamen bilimdışıdır. Mutasyonlar, bir canlı organizma türü içinde meydana gelen ve türlerin hudutlarını aşmayan değişikliklerdir. Mutasyon bir gerçektir ama yeni türler asla meydana gelmez, ayrıca çoğu da kanser gibi zararlıdır, yararlı değil!.. Sürüngenlerden memelilere geçişi gösteren ara fosil formları yoktur, ortaya çıkarılanlar da sahtekârlık ve taklittir. Hele sürüngenden kuşa geçiş, biyofizik açısından hiç mümkün değildir. Çizilen evrim soy ağaçları, fosil kayıtlarına değil, ateist bilimcilerin hayali tasarımlarına dayalıdır. İnsan ile hayvanlar arasındaki en büyük evrim boşluklarından birisi ‘lisan’ meselesidir ve bu yönden insan, diğer canlılardan tamamen ayrı bir varlıktır. Görebilmemiz için, göz bebeklerimizden beyindeki görme merkezine kadar giden yolda onlarca basamağın aynı anda hiç birisi atlanmadan arızasız geçilmesi şarttır, birisinin yokluğu bile görmeyi engeller. Binlerce yıl süren ayrı ayrı mutasyonlarla bütün bunların tesadüfen oluşmasına kâinatın yaşı bile yetmez, yani Yüce Yaratan’ın iradesi olmaksızın bütün bunların tesadüfle olma ihtimali sıfırdır, sıfır!.. Evrimle maymun insan olsaydı, her zaman olabilecek bir şey olduğundan, yaklaşık 50-60 bin yıllık insanlık tarihi içinde başka örneklerini de görmüş olacaktık. Ama böyle bir şey yok, çünkü tür içi mutasyonlar dışında yeni bir tür oluşturan bir mutasyon yok, sadece evrimci ateistlerin zihinsel olarak geliştirdikleri bir kurgu var (Eryılmaz, s. 52-102).
1903 - 1942 yılları arasında yaşamış ünlü Marksist Georges Politzer, “Felsefenin Başlangıç İlkeleri” adlı kitabında, “Evren yaratılmış bir şey değildir. Eğer yaratılmış olsaydı, o takdirde, evrenin Tanrı tarafından belli bir anda yaratılmış olması ve evrenin yoktan var edilmiş olması gerekirdi. Yaratılışı kabul edebilmek için, her şeyden önce, evrenin var olmadığı bir anın varlığını, sonra da, hiçlikten (yokluktan) bir şeyin çıkmış olduğunu kabul etmek gerekir. Bu ise, bilimin kabul edemeyeceği bir şeydir” derken”(Kütük, s. 142), o zamanlar, fizikçilerin bile çoğunun “Big Bang“ gerçeğinden haberi yoktu. Bu gün “Big Bang“ gerçeğini tüm bilimciler biliyor ama ateist kafalar inkâra devam ediyor...
SONUÇ
Sonuç olarak fizikokimyasal kanunlar, evrenin ve canlılığın kendiliğinden olamayacağını ispatlıyor. Göklerin ve yerin sahibi ve yaratıcısı tek olan ALLAH’ tır. İslam’ın en büyük hakikati olan tevhid (Allah’ın birliği), Müslüman bilimciler tarafından vurgulanmalı, tevhide taban tabana zıt olan evrim saçmalığı terkedilmeli, okulların öğretim programlarından çıkarılmalıdır. Elbette isteyenler özel olarak ilgili kaynaklardan evrim konusunu araştırıp öğrenme imkânına da her zaman sahiptirler.
KAYNAKLAR
DİB, Karaman H., Çağrıcı M., Dönmez İ. K., Gümüş S., Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2016.
Eryılmaz Hasan, EVREN ve HAYAT Kör Bir Tesadüf mü Bilinçli Bir Yaratılış mı? Kur’ân - Bilim Işığında Yeni Bir Yaklaşım ve Evrimci Ulemâya Uyarılar, Anadolu Ay Yayınları, 2021.
Kütük Selçuk, 2010. Ateizm Yanılgısı, Açılım Kitap, İstanbul, 2010.
Petrucci Ralph H. et all., General Chemistry: Principles and Modern Applications, 10th ed., Pearson Canada Inc.,Toronto, 2011.
Samsunlu Ahmet, Çevre Mühendisliği Kimyası, 6. Baskı, Birsen Yayınevi, İstanbul, 2008.
big-bang - nedir/Mart 2015.