GİRİŞ
Toplum halinde yaşanılan her yerde bir takım yasalar ve kurallar vardır. Toplum denildiğinde ilk akla gelen şey uyulması gereken kurallardır. Birinci ihtiyaç budur. Ancak sadece yasaların, kuralların olması yetmez, bunların adaletli de olması gerekiyor. Demek ki ikinci ihtiyaç yasaların adil olmasıdır. Adil yasaların olması da bazen yetmez. Çünkü bir de bu adil olarak düzenlenmiş yasaların uygulanması aşaması vardır. Kâğıt üzerinde yazılı olan adil yasaların uygulanmaması, görünüşte var olmakla birlikte yok sayılması onları işlevsiz kılacağından üçüncü ihtiyaç iyi/adil yasaların iyi/doğru uygulanmasıdır. Yasaların doğru uygulanıp uygulanmadığının denetimi nasıl olacaktır konusu gündeme gelmektedir ki bu idarenin yargısal denetimidir. Bu da dördüncü ihtiyaçtır. İşte siyasi yönetimin eylem ve işlemlerinin bağımsız yargı tarafından denetlendiği devlete, başka bir deyişle hukuka bağlı yönetilen devlete günümüzde hukuk devleti denilmektedir.
Türkiye, şimdiye kadar ideal manada bir hukuk devleti olamamışsa da en azından bu yolda yürümeye devam ediyordu. Son yıllarda hukuk alanında yaşanan gelişmeler, ülkemizi anayasa ve yargı krizi noktasına getirmiştir. Türkiye’nin bu anayasal krizi ortak akılla çözümlemesi samimi dileğimizdir. Bu makalede hukuk devleti kavramının anlamı ve içeriği, asırlardan beri hukuk ve adalete bağlı devlet geleneğine sahip olan Türk devletlerinin bu konuda ortak adalet tasavvuru ve günümüzde karşılaştığımız hukuk ve adalet sorunlarının ortaya çıkardığı riskler ve bu sorunların çözümü için gerekli öneriler üzerinde durulacaktır.
I. GENEL OLARAK HUKUK DEVLETİ İLKESİ VE TEMEL UNSURLARI
A. HUKUK DEVLETİ İLKESİ KAVRAMI
Eren, hukuk devleti ilkesini şöyle tanımlar: “Hukuk devleti ilkesi, en basit şekilde, devletin hukuka bağlılığını ifade eder.” Yani kısa tanımıyla devletin hukuka bağlı olmasını ifade etmektedir. Dikkat edilirse bu tanımda devletin kanuna bağlılığından değil, hukuka bağlılığından söz edilmektedir. Dolayısıyla hukuk devletinden maksat, devletin salt bir hukukunun olması değil, onun bütün organ ve kurumlarıyla hukuka bağlı kalmasının sağlanmasıdır. Hukuk devleti, ‘kanun devleti’ demek değildir. Hukukun amacı adalet olduğundan, adalete dayalı olmayan kanunun hukuk olmadığı belirtilmelidir. Bu nedenle adalet, hukukun hem amacı hem de ölçütüdür. Toplumun siyasi olarak teşkilatlanmış şekli olan her devletin tabi olduğu kuralları ve kanunları vardır. Bunlara da uymak önemlidir ama hukuk devleti, kanunu olan devlet değildir. Hukuk devleti kavramı, kamu düzeni adına temel hak ve özgürlüklere sınırsız olarak müdahalelerin yapılabildiği polis devleti anlayışının karşıtı olarak ortaya çıkmıştır. Polis devleti demek, polisler tarafından yönetilen devlet değil, istediği zaman bireylerin hak ve özgürlüklerine müdahalede bulunabilen, bunları yaparken önceden belirlenmiş herhangi bir hukuk kuralı ile bağlı olmayan, keyfi yönetilen devlet demektir. Kendisini hiçbir hukuk kuralıyla bağlı saymayan polis devletinde, devletin keyfi uygulamaları nedeniyle yönetilen halk kesiminin haksızlık ve zarar görmesi kaçınılmazdır. İşin kötüsü haksızlığa maruz kalan vatandaşların bu haksızlığı ortadan kaldırmak için başvurabilecekleri bir makam-mevki, yol-yöntem de yoktur. Anayasa Mahkemesi kararlarında hukuk devletinin tanımı şöyle yapılmaktadır:
“Hukuk devletinin temel unsuru, tüm devlet faaliyetlerinin hukuk kurallarına uygun olmasıdır. Hukuk Devleti, insan haklarına saygı gösteren ve bu hakları koruyucu, adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmeye kendini zorunlu sayan ve tüm faaliyetlerinde hukuka ve Anayasa’ya uyan bir devlet olması gerekir.”
Hukuk devleti ilkesinin temel unsurlarına bağlı kalmak şartıyla hukuk devletine ilişkin farklı uygulamalar olabilir. Dolayısıyla devletin yönetim tarzı, hükümet sistemi, hukuk devletinin farklı biçimler kazanması sonucunu doğurabilir. Ancak değişmeyecek olan temel konu, devletin bütün organlarıyla hukuka bağlılığının ve bunun kurumsal güvencelerinin varlığının korunmasıdır.
B. HUKUK DEVLETİ İLKESİNİN TEMEL UNSURLARI VE GÜVENCELERİ
Günümüzde hukuk devleti, hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu, bireylere hukuk güvenliğinin sağlandığı ve bütün kamu görevlilerinin hukuk karşısında hesap verebilir olduğu devlet demektir. Uluslararası Hukukçular Komisyonu tarafından 1959 yılında Hindistan’da 53 ülkeden yaklaşık 185 hukukçunun katılımı ile yayınlanan ‘Delhi Deklarasyonu’nda kabul edilen hukuk devleti ilkesinin temel unsurlarına dair hukuki metin şöyledir:
“Hukuk devleti; temel hak ve hürriyetlerin güvence altına alındığı, bağımsız bir yargının sağlandığı, insan onurunu koruyan ekonomik, sosyal ve kültürel şartları hazırlayan, yasama organının da tabiî olduğu bir devlettir.”
Hukuk devleti ilkesinin bütün unsurlarını içine alan diğer yabancı unsurları dışarıda bırakan hukuk devleti tanımı ise şöyle yapılabilir: *Bütün organlarıyla hukuka bağlı, *her türlü eylem ve işlemi yargı denetimine açık, *yargının bağımsız ve tarafsız olduğu ve *bireylere tam bir hukuk güvenliğinin sağlandığı devlettir.
C. HUKUK DEVLETİ İLKESİNİN POZİTİF HUKUKTA DAYANAĞI
Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Birinci Kısım Genel Esaslar bölümünde “devletin şekli” başlığını taşıyan 1.maddesinde Türkiye Devletinin bir cumhuriyet olduğu, “Cumhuriyetin nitelikleri” başlığını taşıyan 2. Maddesinde ise; Türkiye Cumhuriyeti’nin, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu belirtilmektedir. Görüldüğü gibi hukuk devleti kavramı, anayasada açık ve net olarak yer almıştır.
Anayasada belirtildiği üzere Türkiye Cumhuriyeti Devletinin temel niteliklerinden sayılan "hukuk devleti" ilkesi, yönetimin hukuka bağlılığını amaç edinen, siyasi iktidar gücünün sınırsız ve keyfi olarak kullanılmasını önleyen temel unsurlardan biridir. Nitekim Anayasanın 8. maddesinde, hukuk devleti ilkesinin hayata geçmesini sağlayan araçlar arasında, yürütme yetkisinin Anayasa ve yasalara uygun olarak kullanılacağı; Anayasanın 125. maddesinde ise, idarenin her türlü karar ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğu hükmü yer almaktadır. Hukuk devleti ilkesi nedeniyle, siyasi iktidarın yargı denetimini kısmen ya da tamamen ortadan kaldıracak ya da bu denetimi imkânsız hale getirecek tutum içinde bulunması söz konusu değildir. Hukuk devleti ilkesinin, yargı kararlarına geniş bir şekilde yansıdığını görmekteyiz. Bunlardan en kapsayıcı olanı şöyledir:
“Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuk güvenliğini sağlayan, bütün etkinliklerinde hukuka ve Anayasa'ya uyan, işlem ve eylemleri bağımsız yargı denetimine bağlı olan devlettir.” (AYM, E. 2014/3, K. 2014/98, T. 22.05.2014, RG. 17.09.2014). AYM kararlarında da belirtildiği gibi hukuk devleti ilkesine göre; siyasi iktidarın, yargı denetimini kısmen ya da tamamen ortadan kaldıracak, imkânsız kılacak ya da zorlaştıracak bir idari işlem tesis etmesi mümkün olmadığı gibi, yargı kararlarını uygulamamak gibi tutum içinde bulunması söz konusu bile edilemez.
D. HUKUK DEVLETİ İLKESİYLE BAĞLANTILI KAVRAMLAR
1. Hukuk Devleti İlkesiyle Bağlantılı Temel Kavram Olarak Adalet
Orhan Münir Çağıl, adalet kavramını hukukun amacı olarak ele almaktadır. Vecdi Aral da, benzer şekilde hukuku, adaleti gerçekleştirmeye yönelen toplumsal düzen kuralları şeklinde tanımlayarak hukukun amacının adalet olduğunu vurgulamakta, hukuk devletini ise, bütün organlarıyla toplumsal hayatta adaleti gerçekleştirmeyi hedefleyen bir mekanizma olarak görmektedir.
2. Hukuk Devleti İlkesiyle Bağlantılı Diğer Kavramlar
Hukuk devleti ilkesi, akademisyenler tarafından benzer unsurlarıyla da açıklanmaktadır. A. Eren, hukuk devletinin unsurlarını şöyle sıralamaktadır: a) Hukukun üstünlüğü, b) Hukuk önünde hesap verebilirlik, c) Hukuk güvenliği. K. Gözler, hukuk devleti ilkesinin unsurlarını genel ve özel olmak üzere ikiye ayırarak incelemektedir. Genel unsurlarını; *yasama, *yürütme ve *yargı organlarının hukuka bağlı olması şeklinde ortaya koymakta; özel unsurlarını ise; *idarenin bütün eylem ve işlemlerinin yargı denetimine tâbi olması, *hâkimlerin bağımsız ve teminatlı olması, *hukuki güvenlik ilkesi, geçmişe etki yasağı ve *idarenin mali sorumluluğunun bulunması olarak saymaktadır.
S. Aktaş, hukukun tanımına ilişkin görüşlerin, aslında bir ölçüde kendi hukuk devleti idealini de yansıttığını söyler. O’na göre, pozitivist hukuk ekolünü savunanlar, daha çok biçimsel hukuk devletinden yana tavır alırken, doğal hukuk ekolünü benimseyenler, biçimselliğe ek olarak hukukun içeriğine ilişkin birtakım şartların varlığını hukuk devleti için gerekli görürler. Aktaş’ın da belirttiği gibi hukuk için yapılan tanımlama, ona uygun bir hukuk devleti modelini ortaya koymaktadır. Çünkü kavramlar, düşünce binasına giriş kapısı gibidir. Hukuk kavramı da, hukuk binasının giriş kapısına benzer. Hukuk kavramı pozitivist hukuk açısından tanımlandığında, bu tanım sizi şekli hukuk devleti anlayışına, doğal hukuk açısından tanımlandığında ise, biçimsellik yanında hukukun içeriğine ilişkin bazı şartların (adaletin) varlığını gerekli gören bir hukuk devleti anlayışına götürecektir. Bu durumda biçimsel unsurların yanında hukukun içeriğine ilişkin şartları ve unsurları da taşıyan hukuk devleti anlayışı daha makul gelmektedir. Hukukun içeriğinin ne olacağına dair farklı görüşler bulunsa da, bu görüşlerin ortak paydasının; adalet, temel insan hak ve özgürlükleri ve bunları güvence altına alan yan unsurlar; kurum ve kurallar olduğu söylenebilir. Hukuk devleti ilkesini tahkim eden yukarıda belirtilen unsurlar hiçbir zaman göz ardı edilemez. Şu da bir gerçektir ki, hukuk devleti ilkesi ideal bir hedeftir. Bu unsurlar uygulamada gerçekleştikleri ölçüde hukuk devleti idealine o oranda yaklaşılır.
3. Hukuk Devleti İlkesinin Hukuki Ahlaki ve Akli Dayanakları
Hukuk devleti ilkesi, farklı unsurlardan oluşan çok boyutlu bir kavram olmakla birlikte onun asıl özünü, hukuka bağlı devlet anlayışı oluşturmaktadır. Hukuk devleti ilkesi, toplum bireylerine hukuk güvencesi sağlamaktadır. Devletin hukuka bağlı olmasının hukuki, ahlaki ve akli gerekçeleri bulunmaktadır. Her şeyden önce yöneticilerle yönetilenler arasında güç bakımından eşitlik söz konusu değildir. Çünkü devlet, bireylere göre daha üstün bir kamu iradesine ve yaptırım gücüne sahiptir. Devletin zora dayanan gücünü arkasına alan yöneticilerin keyfi davranışlarına, toplum bireylerine karşı yapacakları haksızlık ve kötülüklere karşı, onları koruyacak ‘hukuk’ güvencesinin olmaması, toplumsal hayatın hem amacına ve anlamına, hem de ahlaka ve akla aykırı bir durumdur. Çünkü tarih, önceden belirlenmiş adil hukuk kurallarına bağlı olmayan siyasi yönetimlerin, devlet adına yaptığı işkence ve zulümlerle doludur.
Devlet yönetimi tarafından yapılan işlem ve eylemlerin hukuka uygun olduğu varsayılır. Ancak eğer hukuka aykırı olursa yapılacak en etkili şey, bağımsız yargı yoluna başvurmaktır. Bu da sadece hukuk devletinde bulunan bir güvencedir. Devlet yönetimi bir tüzel kişilik olduğundan iradesini gerçek kişiler tarafından kullanır. Kişiler ise, farklı nedenlerle keyfi olarak karar alma ve işlem yapma eğiliminde olabilirler. Bu nedenle devletin kamu gücünü elinde bulunduran yönetimin, hukuka uygun işlem ve eylemde bulunmasını sağlayarak bireylerin haklarını korumak ancak yargı denetimiyle mümkündür. Dolayısıyla toplumda iyi işleyen yargı kurumu, hukuki, ahlaki ve akli bir işlev yerine getirmektedir.
II. HUKUK DEVLETİ İDEALİNDEN ‘HUKUKSUZLUK DEVLETİ’NE DOĞRU MU GİDİLİYOR?
A. TARİHTEN BUGÜNE HUKUK DEVLETİ İDEALİ
İnsanlık için ideal bir hedef olan ve hukukun üstün sayıldığı ve hukuk kurallarının yöneticiler başta olmak üzere her kişi ve kurumu bağladığı kabul edilen hukuk devleti kavramı, dünyada ilk kez 19. Yüzyılda Almanya’da kullanılmaya başladığı batılı kaynaklarda ileri sürülüyorsa da, hukuk devleti ilkesinin özü hukuka bağlı devlet yönetimi olduğuna göre, Türklerin tarihinde çok erken dönemlerde hukuk devletinin ilk nüvelerini görmek mümkündür. Hukuk devleti kavramı, kısaca devletin hukuka bağlı olmasını ifade ettiğine göre Türklerde hukuka bağlı devlet anlayışının çok daha önceki zamanlara ve hatta asırlara dayandığını belirtmek gerekiyor.
Göktürklerde Töre Hukukuna Bağlılık
Göktürk hakanları Kül Tigin, Bilge Kağan’a ve veziri Tonyukuk’a ait yazıtları içine alan Orhun Yazıtları ve Karahanlılar devleti zamanında Yusuf Has Hacib’in kaleme aldığı Kutadgu Bilig gibi eserler bu değerlendirmenin tarihi delilleri olarak elimizde bulunmaktadır. Orhun Yazıtları’nda ve Kutadgu Bilig’de bulunan bazı ifadeler, Türklerde töre hukukuna bağlı devlet ve hükümdar anlayışının, hem İslam öncesi ve hem de İslam sonrasında var olduğunu göstermektedir. Orhun Yazıtlarında yer alan şu satırlarda, kıyamet kopmadıkça Türk milletinin töre hukukunun bozulmayacağı vurgulanmaktadır: “Türk Oğuz beyleri ve milleti işit! Üstte gök çökmese, altta yer delinmese, Türk milletinin ilini (devletini), töre’sini (hukukunu) kim bozabilir” (Bilge Kağan, Doğu 2-3, s. 33; Kül Tigin, Doğu 1, s. 9).
Eski Türklerde töre hukukuna uymayan kim olursa olsun yaptırım uygulanırdı. Bu açıdan töre’nin bağlayıcılığı ve yaptırım gücü vardı. Töre’ye (hukuka) uygunluk denetimi yapan meclis ya da kurultaylarda, töre’ye uygun olmayan hükümdar karar ve uygulamalarının bile değiştirildiği ya da iptal edildiği görülmüştür. Bunun en tipik örneği, Göktürk tarihinden verilebilir. Kapgan Kağan’ın ölümünden sonra, Göktürk tahtına oğlu İnel Han geçtiyse de, töre kanununa uymadığı için, kurultay’ın üyeleri olan kabile beylerinin kararıyla azledilmiş ve Kül Tegin tarafından tahttan indirilmiş, yerine Bilge Şad Kağan seçilmiştir. Yine tarihten başka bir örnek de şudur: Göktürk hükümdarlarından Ta-po Kağan’ın, hiçbir kişi ve kurumla istişare etmeden kendi yerine Talo-pien’i varis bırakması, devlet meclisi (kurultayı) tarafından töre’ye aykırı bulunarak reddedilmiştir.
Karahanlılar ve Hukuka Bağlılık
İlk Müslüman Türk Devleti Karahanlılar zamanında Yusuf Has Hacib tarafından yazılan Kutadgu Bilig adlı eserde hukukun ve hukuka bağlı devlet anlayışının önemine işaret eden çok sayıda beyit bulunmaktadır. Bunlar arasından aşağıda metnini verdiğimiz iki beyit, Türk-İslam yönetim anlayışında daha çok belirleyici olanın töre yani hukuki esaslar olduğunu ortaya koymaktadır:
“Hükümdarlık uludur, çok iyidir fakat daha iyi (adil) olan kanundur ve onun eşit (tüz) olarak tatbik edilmesidir” (KB., b. 454). “Hükümdarlar (yöneticiler) eğer örf ve kanuna riayet ederlerse, halk da aynı şekilde örf ve kanuna itaat eder.” (KB., b. 2110)
Bu ve benzeri beyitler, Türklerde erken dönemde adı konulmamış ‘hukuk devleti’ ya da ‘hukukun üstünlüğü’ ilkesini çağrıştırmaktadır. Günümüzde hukuk ve devlet felsefesinin temel amacının ‘adalet’ ve ‘hukukun üstünlüğü’ olduğu dikkate alındığında, yaklaşık 10-11 asır önce Orhun Yazıtları ve Kutadgu Bilig’de yer alan bu sözlerin, Türklerde erken dönemlerde hukuka bağlı devlet anlayışını gösterdiği söylenebilir.
Selçuklu ve Osmanlıda Hukuka Bağlılık
Daha sonraki dönemlerde Selçuklu ve Osmanlı devletlerinde İslam hukukunun da katkısıyla hukuka bağlı devlet anlayışı daha güçlenmiş ve bu konuda çok geniş bir hukuk müktesebatı oluşmuştur. Hukukun kaynaklarını esas alarak yeni toplumsal sorunlara içtihatlarıyla çözümler üreten hukuk uleması, Osmanlı Devletinin son dönemine kadar siyasi yönetime bağımlı olmadan mesleklerini genel olarak özgürce yürütmüşlerdir. Ulemanın devletin maaşlı memuru olmaması, onların hem içtihat etkinliklerinde (hukuk kuralı oluşturmalarında) hem de yargısal faaliyetlerinde yöneticilerin siyasi baskılarına maruz kalmasını büyük ölçüde önlemiştir. Bu durum, günümüzde çok konuşulan ‘yargı bağımsızlığı’ açısından oldukça önemlidir. Yargı bağımsızlığı kavramı, hukuk devleti ilkesi için göz ardı edilemeyecek araçlardan birisidir. Hukukun ve hukuk devletinin amacı ise, adalete dayalı bir toplum düzeni kurmaktır. Adalet, Osmanlı hukuk ve devlet anlayışında temel amaç olarak görülmüştür. Osmanlı Devleti’nin asırlar boyunca, farklı din, kültür ve etnik kökenlere sahip toplumları bir devlet çatısı altında ve barış içinde yaşatmasında hukuk ve adalete verilen değerin büyük katkısı vardır. Yaşanmış yüzlerce örnekten sadece birini burada arz edelim. Yavuz Sultan Selim, Rumeli’de Müslümanların sayısının azalması nedeniyle endişe ediyor ve o bölgede bazı toplulukları biraz zorlayarak Müslüman olmalarını sağlamak için bir kanunname hazırlar ve o dönemin hukuk otoritesi Şeyhülislam Zenbilli Ali Efendi’ye onay için gönderir. Zenbilli Ali Efendi kanunnameyi onaylamaz ve kararname iptal edilir. Gerekçesi de şudur: “Hükümdarım, zorlayarak Müslüman yapmak istediğiniz topluluklar Osmanlı tebaasıdır (vatandaşıdır). Bu nedenle devletimiz onların dinlerini, canlarını, mallarını korumakla görevlidir. Bu kanunname hukuka aykırıdır.” Osmanlıda adaletin tecellisi için, öncelikle hâkimin bazı üstün niteliklere sahip olması gerekirdi. Mecelle’ye göre ideal hâkim; hakîm (hikmet sahibi, bilge, akil, adil), fehim (anlayışlı, idrak sahibi), müstakim (doğru sözlü olan, rüşvetçi, hilekâr olmayan) ve emin (mutemet, güvenilir, hıyanetten uzak olan), mekîn (şeref sahibi olan, ayak takımı ve hafif meşrep olmayan), metîn (güçlü kişiliğe sahip, sabırlı, etki altında kalmayan) olmalıdır. (Mecelle m. 1792)
İslam tarihinde yargı kurumunun dışarıdan etki altına alınmak istendiği istisnai olaylar hariç tutulursa, kadı’lar, baktıkları davalarla ilgili yapılan baskı ve telkinlere rağmen kararlarında direnmiş, bazen kadılık görevinden istifa edebilmiş ya da bazı âlimler ‘kâdı’l-kudât’ (hâkimlerin hâkimi/başkanı) tekliflerini geri çevirmişlerdir. İmam Ebu Hanife, İmam Şafii ve İmam Ahmed b. Hanbel’in ‘kâdı’l-kudât’lık teklifini reddetmesi, bu konuda örnek olarak gösterilebilir. Tarihte İslam hukukunun farklı ülkelerdeki uygulamalarında, kadı’ların çoğunlukla hükümdarlar tarafından, bazı dönemlerde ise kadı’l-kudat kurumu (şimdiki HSK gibi) tarafından atandığı görülmüştür. Dışarıdan yapılacak siyasi müdahaleleri önlemek bakımından yargının kendi içinden bir kurum olarak kadı’l-kudat tarafından seçilmesi daha uygun görülmüştür. Atama ve görevden alma işlemlerinin daha objektif yöntemlerle yapılması yargı bağımsızlığı açısından daha güvencelidir. Diğer taraftan yargı kararlarının hangi hallerde bozulabileceği hususu, yargı bağımsızlığı ile yakından bağlantılı bir konudur. İslam hukukuna göre bir hâkimin kararının bozulabilmesi, o kararın temel hukuk metinlerine açık biçimde aykırı olması gibi meşru bir nedenin varlığına bağlıdır.
Türkiye Cumhuriyeti ve Hukuka Bağlılık
Osmanlı devletinin son yüzyılında başlayan hukuk alanında Batının teknik ve standartlarına uygun hukuk sistemi arayışları, Cumhuriyet döneminde daha da hızlanmış ve farklı gerekçelerle yeni hukuki düzenlemeler yapılmıştır. Cumhuriyet öncesinde Türk-İslam devlet geleneğinde adaleti merkeze alan ve ‘adalet dairesi’ formülü ile şekillenmiş yönetim anlayışı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti döneminde ‘adalet mülkün temelidir’ şeklinde ifade edilerek sürdürülmüştür. Bu ise, en azından teorik olarak adalete dayalı geleneksel yönetim anlayışındaki devamlılığı gösteren bir unsur olarak değerlendirilebilir.
Darbeler ve Sonuçları
Türkiye, cumhuriyet döneminde hukuk devleti ilkesi hedefine ulaşma yolunda ilerlerken, TSK kurumsal olarak ya da bazı subayların kendi başlarına hareket ederek 1960 ve 1980 yıllarında doğrudan yönetime el koyarak, 1971 ve 1997 yıllarında ise hükümeti istifaya zorlayarak sivil yönetimlere müdahale olgusuyla karşılaşmıştır. Bu müdahalelerin her biri ideal demokratik hukuk devleti olma çabalarını ciddi olarak sekteye uğratmıştır. Doğrudan yönetime el koyan her askeri müdahalelerle mevcut anayasa ilga edilmiş, gerçi sonrasında bir-iki yıl içinde yeni anayasa hazırlanarak tekrar sivil yönetimlere geçiş sağlanmıştır ama ülkemizin demokrasi ve hukuk devleti olma idealinden en az on yıl geriye gidiş yaşanmıştır.
15 Temmuz ve Sonrası
Türkiye, bu askeri müdahalelerin ağır yaralarını sarmaya çalışırken yakın geçmişte çok ciddi iki badireyle karşılaşmıştır.
1) Bunlardan birincisi, 15 Temmuz 2016 tarihinde TSK içine sızmış Fetö terör örgütüne mensup bazı subay ve askerlerin anayasayı geçersiz sayarak darbe teşebbüsünde bulunma girişimi ve sonrasında yaşanan olağanüstü hal sürecidir. 15 Temmuz Fetö darbe teşebbüsü, devlet kurumlarında ve toplumda büyük tahribata neden olmuştur. Bundan sonraki süreçte ise, ülkenin 15 Temmuz darbe teşebbüsü noktasına gelmesinde büyük sorumluluğu olan yöneticilerin kendi içinde bir öz eleştiri yapması beklenirken, devletin bütün yetkileri tek elde toplanarak denge-denetim (kuvvetler ayrılığı) sistemi ortadan kaldırılmış, Cumhurbaşkanlığına, istenilen her konuda kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi verilmiş, buna ilaveten olağanüstü hal sürecinde bazı karar ve işlemlerden dolayı yöneticiler için hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğun olmayacağına dair hükümler kabul edilmiştir. Bütün bunlar anayasayı uyulması gerekmeyen işlevsiz bir normlar bütününe dönüştürmüştür.
2) Karşılaşılan ikinci önemli badire ise, Anayasanın açık hükmüne (m.153) rağmen Anayasa Mahkemesi kararlarının yerel bir mahkeme ve Yargıtay Ceza Dairesi tarafından uygulanmaması ve siyaset kurumunun da Anayasaya aykırı bu tutuma destek açıklaması yapmasıdır. Bu tutum ve davranış, Anayasayı işlevsiz hale getiren ciddi bir hukuk krizidir. Çünkü Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanmaması, sıradan bir hukuk ihlali değildir. Anayasa Mahkemesi kararını uygulamayan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi ve Yargıtay 3. Ceza Dairesi, bu kararlarıyla Anayasayı askıya almışlar, kendi varlık nedenlerini de yok sayarak meşruiyetlerini tartışılır konuma sokmuşlardır. Bu Anayasa krizi, eğer makul bir süre içinde devletin ortak aklıyla çözümlenemez ve sürekli hale gelirse hukuksuzluk devletine dönüşmesi kuvvetle muhtemeldir.
Demek ki, Türkiye bugün eskisi gibi askeri bir müdahale sorunuyla değil ama demokratik hukuk devleti ilkesini ciddi olarak zedeleyen hatta anayasa krizi denebilecek başka türlü bir sorunla karşı karşıyadır. Eskisi gibi TSK tarafından yönetime el konularak anayasa ilga edilmemekte, ancak halen yürürlükteki Anayasa ve yasaların açık hükümleri uygulanmayarak hukuk devleti ilkesi itibarsız hale getirilmektedir. Anayasa ve yasa hükümleri uygulanmayınca sadece kâğıt üzerinde kalmakta, işlevselliği yok edilmektedir. Hukuk dilinde bunun adına ‘anayasa krizi’, ‘anayasal zorlama’ ya da ‘anayasal çürüme’ adı verilmektedir. Bu anayasa krizi acaba hukuksuzluk devletine doğru evrilir mi, işte asıl soru budur.
B. ‘HUKUKSUZLUK DEVLETİ’NE DOĞRU MU GİDİLİYOR?
Anayasa krizi, özetle “Anayasanın temel görevini yerine getirememesi” ve işlevselliğini yitirmesi anlamına geliyor. Anayasanın 153. Maddesinin açık hükmüne rağmen Anayasa Mahkemesi kararlarına uyulmaması normalleştirilerek Mahkeme işlevsiz hale getirilmiştir. Bu durum, bütün mahkemelerin, kamu kurumlarının ve siyaset kurumunun toplumsal meşruluğunun zayıflamasına neden olabilir. Çünkü bütün bu kurum ve kuruluşlar meşruiyetini Anayasadan almaktadır. Bu tür kriz ortamında yapılması beklenen şey; toplumun hukuk ve yargıya güveni zedelenmeden, hukuk-dışı olaylara, şiddete ve toplumsal kutuplaşmaya meydan vermeden devlet aklının bu ciddi sorunu çözüme kavuşturmasıdır.
Anayasal Çürümeye Doğru
Anayasa krizinden söz edildiği toplumlarda anayasal zorlama ve anayasal çürüme gibi kavramlar da zorunlu olarak konuşulmaya başlanır. Amerikalı hukuk düşünürü Mark Tushnet’e göre, ‘anayasal zorlama’, anayasa hükümlerine uyulmadığı durumlarda gündeme gelen bir kavramdır. Anayasal zorlamanın bir ileri aşaması ise anayasal çürümedir. Yine hukuk düşünürü Jack Balkin anayasal çürümenin belirtilerini şöyle tanımlıyor:
“Anayasal çürüme meydana geldikçe sistem, hem daha az demokratik ve daha az cumhuriyetçi hâle gelir. Siyasal sistem daha az demokratiktir çünkü devletin gücü, halkın görüşüne ve iradesine daha az duyarlı hale gelir.”
Anayasal çürümeye neden olan etkenler; a) Anayasa hükmünün uygulanmaması, b) Yöneticilere karşı güven kaybı, c) Siyasi alanda kısır çekişmeler, d) Düşmanlık düzeyine ulaşan kutuplaşmalar, e) Derinleşen ekonomik sorunlar… Anayasal çürümeye neden olan bu etkenler, ortak devlet aklıyla makul sürede ortadan kaldırılmadığı ve sürekli hale geldiği takdirde hukuksuzluk devletine doğru gidişin yolu açılmış olur. Yani geçici olması beklenen anayasa krizi zamanında çözümlenmediği takdirde sürekli hale gelir ve sonucunda hukuksuzluk devletine yol açar. Hukuk devletinde hukuk ve anayasa, devlet erkini elinde bulunduran siyasi iktidarın keyfi uygulamalarını önlemek ve dolayısıyla temel hak ve özgürlükleri korumak amacıyla vardır. Anayasa Mahkemesi de siyasi iktidarın eylem ve işlemlerini denetleyen bir yüksek mahkemedir. Yasama organı tarafından çıkarılan yasaların, hukukun temel ilkelerine aykırı olmaması için kurulan Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına keyfi olarak uyulmaması halinde, hak ve özgürlüklerin korunması amacıyla düzenlenen hukuk kurallarının hak ve özgürlüklere müdahale aracı olarak kullanılması halinde hukuk devleti ilkesi ciddi bir yara alır.
Hukukun Araçsallaştırılması
Hukukun, siyasi iktidar tarafından muhalefeti yok etme aracı olarak kullanılması, toplum hayatı için son derece olumsuz gelişmelerin başlangıcı olur. Yargılaması devam eden davalarda, mahkemelerin vereceği kararların, bazı gazeteciler tarafından önceden açıklanması oldukça endişe vericidir. Hukuk devleti ile asla bağdaşmayan bu ve benzeri hukuk-dışı tutumlar sürekli hale gelirse ‘hukuka uymayan devlet’ kavramıyla karşılaşmış olacağız. Bu durumda şu sorular önemlidir: Hukukun uygulanmadığı ya da araçsallaştığı bir toplumda hukuk fakültelerindeki hocalar nasıl bir hukuk eğitimi verebilir? Hukukun herkes tarafından uyulması gereken bir normlar sistemi olduğunu, hukukun amacının adalet olduğunu öğrencilerine nasıl anlatacaktır? Olmayan bir hukukun bilimi nasıl yapılacaktır? Anayasa ve kanunların bilinçli olarak uygulanmadığı bir toplumda anayasa ve kanunların bir değeri kalır mı? Anayasa hükümlerinin keyfi olarak uygulanmadığı bir ortamda yeni anayasa çalışmaları inandırıcı olur mu?
Tünel Bakışlı Davalar
Hukuk kurallarının uygulanmadığı bir ülkenin hukuk fakültelerindeki öğretim üyelerinde; acaba anayasa hukuku, ceza hukuku ya da idare hukuku alanlarında bilimsel makale veya kitap yazma isteği, hatta hukuk dersi anlatma zevki kalır mı? Ceza hukuku hocası Âdem Sözüer’in, yargılama faaliyetleriyle ilgili şu sözleri çok ilginçtir: “Kolluk, savcılık, mahkeme, Yargıtay'da bir zincir oluşturulmuş, adli sistem dışından bu zincire ‘belli kişilerin suçlu bulunması ve mahkûm edilmesi’ talimatı veriliyor. Bu zinciri oluşturan her halkada bulunan hâkim-savcılar adil bir yargılama değil, daha baştan suçlu olarak damgaladıkları kişiyi mahkûm etmek için hareket ediyor. Bu nedenle bu tür önceden kararı verilmiş yargılamalara tünel bakışlı dava diyoruz. Tünelin başından sonuna kadarki her aşamada, yani soruşturma kovuşturma ve temyiz evrelerinde tünelin sonundaki kişi hep suçlu görülmektedir, mutlaka mahkûm edilecektir”. Hukuk düşünürü David Johst, ‘hukuksuzluk devletini’ şöyle tanımlamaktadır: “Hukuksuzluk devleti, yönetim faaliyetlerinde hukuksuzluğa hoşgörü gösteren fakat bunun ötesinde siyasi hedeflerine ulaşmak için insan haklarını kasten göz ardı eden veya buna temel oluşturan devlettir.”
‘Bize Nasuh Tövbesi Gerek’
Türkiye’deki hukuk dışı gelişmelerin, sıradan, münferit bir hukuka aykırılık olarak kabul edilemeyeceğini ve bu yönetim döneminde hukuk alanında ‘reform’ kavramının artık çok aşınmış olduğunu söyleyen eski Adalet Bakanı Sayın Cemil Çiçek, "Bize topyekûn bir tevbe-i nasûh lazım" diyerek hukuk alanındaki gelişmelerin vahametini ifade etmiştir. Anayasa ve hukuk dışı işlem ve eylemleri yapanlar, ‘nasuh tövbesini’ yaparlar mı bilmiyoruz. Ama bildiğimiz kadarıyla nasuh tövbesi yapmak isteyenler, öncelikle yaptıkları büyük hatalardan dönme iradesine sahip olmalıdır.
Anayasanın Asıl Güvencesi
Peki, yönetimin hukuk-dışı işlem ve eylemlerine karşı anayasa, demokrasi ve hukuk devleti idealini yaşatmak nasıl mümkün olacaktır? Aslında demokrasi, anayasa ve hukuk devleti kavramları ilk ortaya çıktığından itibaren cevaplandırılması gereken temel soru budur. Bazı düşünürlere göre bu sorunun cevabı, toplum bireylerinin medeni erdeme sahip olmalarıdır. 1961 Anayasasının ‘başlangıç’ bölümünde bu konuya şöyle vurgu yapılmaktadır: “Türkiye Cumhuriyeti Kurucu Meclisi tarafından hazırlanan bu Anayasayı kabul ve ilân ve onu, asıl teminatın vatandaşların gönüllerinde ve iradelerinde yer aldığı inancı ile hürriyete, adâlete ve fazilete âşık evlâtlarının uyanık bekçiliğine emanet eder.” Medeni ahlak ve fazilete sahip, cumhuriyetin değerlerine bağlı olan iyi vatandaşlar, anayasa, demokrasi ve hukuktaki ‘yozlaşma’ ve ‘çürümeye’ karşı duyarlı ve bilinçli olmalıdır. Duyarlı ve bilinçli olmanın gereği olan davranış ise, hukuksuzluklara karşı yine hukuki yol ve yöntemlerle mücadele etmektir. Hukuki yollarla mücadele etme imkânları da kalmadığı takdirde sivil itaatsizlik yoluyla direniş ortaya koymaktır. Büyük mütefekkirimiz Nurettin Topçu buna isyan ahlakı diyor. O’na göre isyan, iradenin, ebedi/sonsuz mutluluğa ulaşmak için önüne çıkan beşeri engelleri aşmaya yönelik bir kararlılıktır. İsyan ahlâkı ise, söz konusu sonsuz mutluluk hedefine ulaşmak için sonlu ve geçici olan şeyleri reddeden sorumluluk bilincidir.
Sivil itaatsizlik, haksız olduğu düşünülen bir uygulamaya karşı bütün yasal yollar tüketildikten sonra girişilen ve şiddet içermeyen eylemlerdir. Böylece yasal düzen içinde şiddete başvurmadan yönetimi yanlıştan vazgeçirmenin yolu açılmış olur. Aslında şiddet içermeyen yol ve yöntemlerin kullanılması, belki şiddetin kullanıldığı eylemleri de azaltacaktır. Sivil itaatsizliğin yasal dayanağı olarak Medeni Kanunun 24.maddesinin ikinci fıkrası gösterilebilir. Bu maddede şöyle denilmektedir: “Kişilik hakkı zedelenen kimsenin rızası, daha üstün nitelikte özel veya kamusal yarar ya da kanunun verdiği yetkinin kullanılması sebeplerinden biriyle haklı kılınmadıkça, kişilik haklarına yapılan her saldırı hukuka aykırıdır”.
SONUÇ
Sonuç olarak; devlet gücünü elinde bulunduran siyasi iktidarların yargısal denetimi hukuk devleti ilkesinin olmazsa olmaz şartıdır. Devletin güç ve yetkileriyle donatılmış olan siyasi yönetimi hukukun içinde tutabilmenin başka bir yolu yoktur. Çünkü devlet bir tüzel kişilik olarak insanlar tarafından yönetilmekte ve insanlar her zaman keyfi davranma eğilimindedirler. Bugün çağımızda keyfi yönetime karşı hukuka uygun yönetimin en uygun yolu hukuk devleti ve onu tahkim eden ilkelerdir. Türkiye, bugüne kadar ideal anlamda bir hukuk devleti olamadı ancak hukuk devleti olmak için çaba sarf ediyordu. Bugün ise yukarıda belirtilen nedenlerle hukuk devleti olma iddiasından vazgeçmeye başladığı gibi, açık ve net olan anayasa ve kanun hükümleri uygulanmadığı için kanun devleti dahi olmaktan çıkmak üzere olduğu söylenebilir. Türk milleti, ülkemizin hukuk devleti olmaktan tamamen çıkarılmasına izin verecek midir, asıl soru budur. Türkiye Cumhuriyeti hukuk devleti idealinden vazgeçmemeli ve bir ‘hukuksuzluk devleti’ olmamalıdır. Aydını ve halkıyla, yaşlısı-genciyle, kadını-erkeğiyle, partili-partisiz vatandaşları ve sivil toplum kuruluşlarıyla bütün vatansever hukukçuları, ülkemizin bekası ile ilgili olan ciddi hukuk ve adalet sorunuyla ilgilenmeye ve ona çözüm bulmaya çağırıyorum.
KAYNAKLAR
1. Orhan Münir ÇAĞIL, Hukuk Başlangıcı Dersleri, 2. bs. İstanbul, Fakülteler Matbaası, 1963, s. 30-34.
2. Vecdi ARAL, Hukuk ve Hukuk Bilimi Üzerine, Fakülteler Matbaası, İstanbul 1975, s. 30-50.
3. Abdurrahman EREN, Anayasa Hukuku Ders Notları, İstanbul, On İki Levha Yayıncılık, 2018, s. 205-207.
4. Kemal GÖZLER, Türk Anayasa Hukuku Dersleri, Ekin yayınları, 2013, s. 82-88;
5. Sururi AKTAŞ, Hukuk Devleti İdealine Felsefi Bir Bakış, YBHD, Yıl: 5, Sayı: 2020/1, s. 1–32.
6. Bilge Kağan, Doğu 2-3, s. 33; Kül Tigin, Doğu 1, s. 9.
7. Halil CİN-Ahmet AKGÜNDÜZ, Türk Hukuk Tarihi, C. I, Kamu Hukuku, Konya 1989, s. 40, 41.
8. Ahmet TAŞAĞIL, Gök-Türkler, T.T.K. Yayınları, Ankara 1995, s. 34.
9. Hasan DOĞAN, Kanun-ı Esasi Öncesi Osmanlı Devlet Geleneğinde ve Hukuk Sisteminde Adalet Vurgusunun Yargı Bağımsızlığına Tesiri, Amme İdaresi Derg. Cilt.56, Sayı.4, Aralık 2023, s. 55-81.
10. Tolga Şirin, Türkiye’de Anayasal Çürüme ve Yeni Dördüncü Erk Teorisi: Çürümüş Bir Şey Var Danimarka Krallığında, Kamu Hukukçuları Platformu IX. Toplantısı Ulusal Sempozyum Tam Metin Bildiri Kitabı, Ed. Didem Yılmaz-Uğur Orhan-Ece Göztepe, 12 Levha, İstanbul 2022, s. 33-62.
11. Kemal Gözler, Hukuk Nereye Gidiyor? Gözlemler ve Sorular, www.anayasa.gen.tr/hukuk-nereye-gidiyor.htm, 6 Aralık 2018.
12. Mevlüt Uyanık, Sivil İtaatsizlik, Kaknüs Yayınları, 2001.