Geçenlerde felsefe alanında yetkin ünlü bir hanım profesör, bir televizyon kanalında programdaydı.
İnsanın nefsine hakim olmasını, öfkesini yenmesini "kaderine razı olmak ve kendini tutmak" diye adlandırıyordu.
Günümüzde koca koca bilim insanlarının, profesörlerin anlattıkları olaylar ; yıllar öncesi köydeki odamızın olağan sohbet konularındandı.
Yunus Dede, herhangi bir okulda düzenli bir eğitim almamış, okuma yazmayı asker ocağında öğrenmiş, ama tam bir hayat dersi ile kendini yetiştirmiş irfan sahibi biriydi. Kısa boyuyla kalın ağaç bastonuna dayanarak yürüyen; bembeyaz saçları, günlük sakal traşı ve nur gibi temiz yüzü ile misafir odamızın tek sigara içebilen kişisiydi.
O çok da varlıklı olmamasına rağmen elinin bolluğundan ve cömertliğinden köyde "Yunus Ağa" diye bilinirdi. Hoş sohbeti ve kalenderliği ile her yaştan insanla rahat şakalaşabilen, selamlaşabilen, hal hatır sorabilen, güler yüzlü, samimi, neşeli, bir gönül insanıydı.
Fakat içtiği sigaradan öksürüğünün arkası da bir türlü kesilmezdi.
Birini kızgın ve öfkeli görünce de "Dişini gıcırdatma, karnın ağrır." Der, onunla ilgilenir, sıkıntısını gidermeye çalışırdı. "İnsanın ağzından çıkanı, kulağı duymalı" diye de eklerdi.
Köyümüzün sevilen kişilerinden Yunus Ağa'nın tarihten verdiği örnekleri, anlattığı hikâyeleri odadakiler can kulağı ile dinlerdi.
İşte bunlardan biri.
KÜREĞİN SAPI
Padişahın biri, tebdili kıyafetle şehri dolaşıyormuş, inşaatta harç karan üç amelenin kendi aralarındaki konuşmalarına kulak misafiri olmuş.
Birinci işçi küreği
harca saplamış;
"küreğin dolusunca altınım olsa" demiş.
İkinci işçi kürekle harç kararken "sarayın hanımları çok güzel, keşke biri benim olsa" demiş. Üçüncü işçi hem çalışıyor, hem de eliyle işaret ederek
" küreğin sapı kadar boğazım olsa" demiş.
Padişah sarayına dönmüş, adamlarını göndermiş işçileri huzura getirtmiş.
"İnşaattaki konuşmalarınızı dinledim, padişah olarak dileklerinizi sırasıyla yerine getireceğim."
Padişah birinci ameleye dönmüş;
-Hazinedeki altınlardan bir kürek dolusunca altın al, ama sadece bir sefer hakkın var, demiş.
Birinci amele sevinçle,
"Hazinedar başı" ile birlikte gittiği hazine odasında çil çil altınları görünce heyecanlanmış
"Ya Allah, bismillah" diyerek daldırmış elindeki uzun saplı küreği, ama telaşla küreğin ağzı yerine sapını, bir kürek dolusu yerine, tek bir altın düşmüş kısmetine.
Padişah ikinci ameleyi çağırmış huzura:
-Evladım, eş olarak kendine saray hanımı istediğini duydum, senin de arzunu yerine getireceğim. Gözdelerinden güzel bir saray hanımının yanına göndermiş, gözü dışarda, bu işçiyi.
Akça pakça, bakımlı saray hanımını gören amelenin sanki nutku tutulmuş.
Sarayın güzel hanımı:
-Bana gözünün düştüğünü söylemişsin evlisin sanırım.
-Evliyim efendim.
Saray hanımı, hizmetçilerine iki tane yumurta getirtmiş,
biri yıkanmış, temiz , kabukları bembeyaz; diğeri kirli kümesten geldiği gibi.
-Bak evladım ikisi de yumurta; ama birinin kabuğu kirli, kümesten geldiği gibi duruyor. Yumurtayı silip temizleyen saray hanımı:
- Fark kaldı mı ? İkisi de yumurta, tadı aynı. Benim kocam, bana iyi bakıyor, gönlümü hoş tutuyor, sen de hanımını hoş tutarsan, bakarsan, benden de güzel olur demiş.
Hatasını anlayan ikinci amele, sarayın bakımlı hanımına söz vermiş; "kendi karısına daha iyi davranacağına ve onun gönlünü hoş tutacağına. "
Sonuç belli, ikinci amele de saraydan umduğunu bulamaz,
eli boş döner.
Padişah üçüncü ameleyi almış huzura :
-Küreğin sapı kadar boğazım olsun, dediğini duydum,
ne yapacaksın uzun boğazı ?
- Padişahımız efendimiz ! Boğazım uzun olursa ağzımdan çıkacak sözleri düşünme fırsatım olur, aklıma gelen her şeyi söylemem, düşünerek konuşurum; öfkeme hakim olur, kendimi tutarım. Ondan istedim, küreğin sapı kadar boğazı. Bunları dinleyen padişah:
-Bana senin gibi, "ne söyleyeceğini bilen adam" lazım, seni sarayıma vezir olarak alıyorum der.
Buna benzer menkıbeler, hayat hikâyeleri sadece bizim odamızda anlatılmadı.
Anadolu'nun her köşesinde dinlendi, öğütlendi ve bir kısmı da yaşandı yıllarca.
Çanakkale Kahramanı 276 kiloluk top mermisini tek başına sırtlayan Koca Seyit Onbaşı, 9 yıl askerlikten sonra Çanakkale'den 145 km'lik yolu 13 günde yürüyerek Balıkesir- Havran'daki köyüne gelir. Eşi belki evlenmiştir diye, evine gece girmez, sabahı bekler. Çünkü köyde onu herkes öldü bilir.
Sabah komşularından eşinin evlenmediğini, bir kızının olduğunu öğrenir ve ondan sonra evine gider.
Adı bizce bilinen kahraman bir gazimiz; Yozgat'ın bir köyünden bir yaşındaki kızını ve hamile karısını geride bırakır, cepheye gider.
Uzun yıllar askerden dönmeyen ve gazi olan bu kahraman, köyünde şehit olarak bilinmektedir.
Ama o, İngilizlere esir düşmüştür, yıllar sonra esaretten kurtulur ve memleketine döner. Kimseye kendini tanıtmadan araştırır, soruşturur ki, karısını başka köyden biriyle evlendirmişler.
Bir yatsı vaktinde çocuklarını görebilmek ümidiyle komşu köye gider, perdesi çekilmemiş evde karısını yeni kocasıyla birlikte görür. Çocukları uyumuştur. Karısı da pencereden bahçeye düşen ışıkta, şehit bildiği kocasını görmüştür. Kadın peşinden dışarı çıkmıştır, ama karanlığa karışan kahramanımız kaderine razı gelmiş, belki de feleğe kahretmiştir.
(Düzeni bozmamak adına) Başka bir şehre gider ve farklı bir kimlikle hayatını orada devam ettirir.
Aile birliğimizin dinamitlendiği bir dönemdeyiz. Toplum olarak birbirimizle kavgalı gibiyiz, bağırmadan, sanki konuşamıyoruz.
Aile içi şiddeti ve kadın cinayetlerini her akşam nerdeyse canlı izliyoruz. Öfkeli bir toplum olduğumuz
şu günlerde; "anlatılanlardan" belki bir ders çıkarma ihtimali olabilir.
Ve diş gıcırdatmadan, diş bilemeden konuşmayı öğrenebilirsek, kim bilir, karın etlerimiz ağrımaz, biraz rahat ederiz.
Belki de ülkemizin başı daha az ağrır...