1960'lı yıllarda Verem Savaş Dispanserleri köylerde verem taraması yapardı. Yozgat'tan gelen görevliler bizim köyde de -şimdilerde harabeye dönmüş ilkokulun sınıflarında- kadın erkek herkese aşı yapmışlardı.
İlkokul dördüncü sınıftaydım. Nisan ayının güneşli bir sabahında, kenarlarında madımakların yeni çıktığı toprak yoldan, köyün biraz dışındaki okula annem ve mahallenin diğer kadınlarıyla ben de gitmiştim.
Beton mozaikli dik bir merdivenle çıkılan kırmızı kiremitli, sarı boyalı tek katlı okulun tavanı ve yerleri tahta döşeli bir sınıfında kadınların; diğerinde erkeklerin kollarına, kalın camlı uzun iğneli şırıngayla hemşireler aşı yapıyordu.
Küçük müdür odasında doktor olduğunu sandığım beyaz önlüklü biri, aşı yapılanların bazılarını muayene ediyordu.
Sonra da doktorun belirlediği kadın ve erkeklerin de akciğer röntgeni, benzinli jeneratörün çalıştırdığı makinelerle çekiliyordu. Annem de filmi çekilenlerin içindeydi.
İki ay sonra, köy camisine muhtarlık tarafından durumu şüpheli görülenlerin listesi asıldı.
"Listede adı yazılı olanlar aşağıdaki tarihte Yozgat Verem Dispanserinde yeniden röntgen çekilip muayene olacaklar." Muhtarlığın ilanında köyden toplu halde otobüs kalkacağı da vardı.
Bir pazartesi günü sabah namazında köy meydanına iki otobüs durdu. Birine kadınlar, ötekine erkekler bindi.
Yol boyunca iki köyden daha yolcu alınacaktı. Tepeyi tırmanan otobüslerin egzoz dumanı, toprak yolun kenarındaki uzun otların yıldız gibi parlayan kırağısını dalgalandırıyordu.
Motor sesleri gittikçe uzaklaşırken geride yine büyük pınarın gürül gürül akan suyunun şırıltısı kalmıştı.
O gün küçük kardeşimle uyandığımızda, her sabah yastığa dayanmış tespih çekerken görmeye alıştığımız annemizin yatağı boştu. En küçük kardeşimiz ağaç beşiğinde hala uyuyordu. Gözlerimizi ovarak evin balkonuna çıktık. Çatal kapıdan telaşla giren babam:
-Uyandınız mı ? Annenizi yolcu ettim. Oradan geliyorum.
İkimiz de hiçbir şey anlamamıştık. Annemiz nereye gitti ki? Babam yolcu etmiş. Babamın sesine elindeki süt helkesiyle ahırdan çıkan yengem:
-Anneniz akşama gelecek Yozgat'a gitti. Tandırlığa gelin, size yumurta pişireyim. Çay da hazır. Kahvaltı yapın dedi.
Yumurtayı duyunca ikimiz de sevindik. Elimizi yüzümüzü yıkadık. Tandırlıkta serili hasırların üstüne kurulu yuvarlak tahta yer sofrasına oturduk. Tencerede kaynayan yumurtaların pişmesini beklerken sofranın etrafı evin diğer çocuklarıyla doldu. Yengem tandır ekmeğine yaptığı yumurtalı dürümleri sırayla hepimize verirken uçlarından ısırmayı da ihmal etmemişti. Bol şekerli çaylarımızı da içtik.
Amcamın büyük kızı Hanım dedi ki:
-Naciye yengem doktora gitmiş, benim de babam otobüse bindi.
-Hastalar mı, ne oldu ki ?
-Köyden bir sürü kadın, kız, adam gitti. İçlerinden verem çıkabilirmiş. Dua edelim de bizimkilere bir şey olmasın.
Amca kızı üzülmüştü.
Onun da babası zayıftı. Sigara içmezdi ama arada bir nefes almakta zorlanırdı. Bizim de annemiz hiç kilo almazdı.
Bazen kesik kesik öksürürdü. Bir de annemiz sekiz doğum yapmıştı. Hatta birinde de düşük yapmış, Ankara'da uzun süre tedavi olmuştu.
Kahvaltıdan sonra bez çantalarımızla okula gittik.
Çoğu arkadaşımızın annesi veya babası ya da her ikisi o gün Yozgat'taymış.
Öğretmenimiz: " Çocuklar korkacak bir şey yok. Eskiden olsa çoğu insana bulaşırdı. Ama şimdi aşısı da var tedavisi de. Köyden verem olan büyükleriniz olsa bile düzelirler" dedi.
O gün akşama kadar kendi aramızda okulda hastalık üzerine konuştuk.
Hepimiz çok korkuyorduk. 15-20 yıl öncesinde köyümüzde veremin yıktığı yuvaları, nice delikanlıları, genç kızları toprağa gömdüğünü, yakalananların çektikleri acıların hikayesini büyüklerimizden çok dinlemiştik.
"Hastane önünde incir ağacı" türküsünü de çoğumuz ezbere bilirdik.
Okulda öğretmenimizden aldığımız ansiklopediden bulaşıcı hastalıkları inceledik.
Öğle arasında, kızlar erkekler, çoğumuz yemeğe bile gitmemiş, sabah otobüslerin kalktığı köy meydanında dolaşmıştık.
Güneş batmıştı, ama hala otobüsler gelmemişti.
Herkesin gözü tepeden kavaklara vuracak araba ışığında, kulağı motor sesindeydi.
Akşam yemeğinde sofraya kimse oturmadı. Evin hayatında babamın sesi devamlı yankılandı: "Naciyem senin yerine ben yatarım hastanede, sen hastalanma ben öleyim."
Yatsı ezanıyla birlikte tepeden inen ışığa hepimiz koştuk.
Zafer Turizmin sarı renkli Varan otobüsünün etrafı sarılmıştı. Köyün erkekleri sırayla indiler. Ama kadınlardan kimse yoktu. En önde inen emmim ; "diğer otobüsün arızalandığını, daha sonra geleceğini" söylemiş kalabalıkta.
Babam bindiği otobüsün hızını ve lüksünü öven küçük kardeşinin duyacağı şekilde ona kızıyordu:
-Utanmadan kendi gelmiş, kadınları yolda bırakmış. Bir de otobüsü övüyor. Baran (varan) şöyle , baran böyle, baranın da batsın, sen de bat. Suç bende seni adam sandım da , hanımımı senle yolladım. Bilsem kendim giderdim. Yazıklar olsun sizin adamlığınıza... İçeri dışarı girip çıkarken sesi ta sokaklardaydı. Babam köye sığmaz olmuştu.
Biraz sonra Çorak'ın tepede alevler yükseldi.
Ateşin başındaki babamdı. Eşini karşılamak için yollara düşmüştü. Evin damındaki kendirleri sırtlamış arabanın geleceği yolun tepesinde ateş yakmıştı.
O gece kimse yatmadı, gözler yoldaydı.
Gece yarısına doğru kadınların da sağ salim evlerine dönebilmelerine hepimiz çok sevindik.
Yozgat'a gidenlerden sadece bir komşu kadın
Göğüs Hastalıkları Hastahanesine yatırılmıştı.
Annem, amcam ve köyün öteki erkekleri ile özellikle kadınları 2 ay önce yapılan aşı sayesinde -verem ciğere inmemiş- sağlam çıkmışlardı. Belki de köyümüz çocuklarının
en az yarısı yetim veya öksüz kalmaktan kurtulmuştu.
Cemil KILIÇARSLAN
Yozgat, 15 Haziran 2021