O gün dersim Scharer Gymnasium'daki (lise) Türk çocuklarınaydı. Çarşamba öğleden sonraları okulda, sadece biz Türkler olurduk. Bazı haftalarda da müzik kursuna katılan Alman öğrenciler gelirdi. Bir de okulu temizleyen 60 yaşlarındaki Eskişehirli Osman amcayla selamlaşırdık. Çoğu hafta onu koridorları paspas ederken görür, ayak üstü sohbet ederdim. Yüzünün pek güldüğüne rastlamazdım.
Haftalık bu üç saatlik Türkçe Kültür Derslerine (MEU-Anadil Dersi) isteğe bağlı olarak on beş Türk öğrenci katılıyordu. Orta sekizinci sınıf seviyesinden lise üçe kadar öğrencilerden beşi kızdı. Sınıfın en büyüğü lise on birinci sınıftaki Sedat, ana okulundan itibaren Alman sınıflarında okumuş, liseyi önümüzdeki yıl bitirecekti. Sedat, sene başında; "İlk defa bu yıl Türkçe dersi aldığını, sınıfındaki bazı ırkçı Alman öğrencilerin Türkleri aşağılamasına dayanamadığı için Türkçe ve İslam dersi öğrenmeye karar verdiğini" söylemişti.
Sınıfımızda bir de Emrah adında 14 yaşında ve lise birinci sınıfa devam eden bir öğrencim daha vardı. Emrah mavi gözlü, sarı saçlı, güler yüzlü, ele avuca sığmayan bir çocuktu. Beş yaşından beri Almanya'daydı ve Emrah’ın babası oğlunun Türkçe'yi öğrenmesini çok istiyordu.
O gün Emrah kısa, mavi pantolunu ve kolsuz kırmızı tişörtüyle sınıfın pencere tarafına oturmuştu. Ön sıradaki baş örtülü Emine'nin yanında oturan sekizinci sınıftaki Ayşe uzun siyah saçlarını topuz yapmış bir de mavi toka takmıştı.
Her hafta derse başlamadan önce, çantamda taşıdığım bayrağımızı tahtaya asar ve İstiklal Marşı'mızı hep birlikte söylerdik.
İlk başlarda Emrah: “Boğazım ağrıyor" diye pek katılmazdı. Ama sene sonuna doğru en fazla onun sesi çıkar olmuştu.
O gün de İstiklal Marşı'mızı söyledikten sonra hepsinin tek tek hatırlarını sordum, bir haftada neler yaptıklarını anlattırdım.
Mayısın son haftasıydı ve hava oldukça sıcaktı. Planladığım konuya geçmek üzereydim ki, Ayşe parmağını kaldırdı: "Öğretmenim hava çok sıcak, canımız ders yapmak istemiyor, film odası boş, zaten bize de sözünüz vardı, film izlesek nasıl olur? Yanındaki Emine hemen atıldı;
"Reis Bey" kasedini babam camiden kiralamıştı, hafta sonu evde izledik. Çok hoşuma gitti, yanınızda varsa onu izleyelim. Olur mu öğretmenim? " dedikten sonra yerine oturdu. Sedat'a baktım, başıyla onaylıyordu.
Diğer çocuklar da film izlemeye çok istekliydiler. Hem istedikleri film de Necip Fazıl'ın bir tiyatro eserinden sinemaya uyarlanmıştı, Türkçe dersi de yapmış sayılırdık.
"Toplayın çantalarınızı televizyon odasına gidiyoruz " dedim.
Almanya'da okula bisikletle gider gelirdim.
Çantamı kitapla doldurur, seviyelerine göre öğrencilerime dağıtır, ertesi haftalarda okuyup okumadıklarını kontrol eder, kitap değişimi yapardım. Büyük siyah çantanın bir gözünde de çeşitli video ve teyp kasetleri ile gazete ve dergi bulunurdu. İhtiyaç duydukça kullanırdım.
Televizyon odasına geçtik, videoyu açtım. En önde oturan Emine koşarak sınıfın perdelerini çekti. Fırsatı yakalayan Emrah ise Emine'nin ön sıradaki yerini kaptı.
Televizyonun düğmesine bastım, film etkileyici müziği ile başladı. Öğrencilerin hepsi sıcağa aldırmadan sessizce izliyorlardı. Emrah ellerini çenesine koymuş, daha bir dikkatli olarak gözlerini ayırmadan filme bakıyordu. Filmin bir bölümünde ezan okundu. Emrah'ın çok hoşuna gitmiş olacak ki sandalyesini televizyona doğru iyice yaklaştırdı. Ezan devam ederken Emrah:
-Bu nedir öğretmenim, diye sormaz mı?
-Ezan, dedim.
-Niçin böyle şarkı gibi söyleniyor, ne yapıyorlar onunla? Masasına yaklaştım, hafifçe eğildim, onun duyabileceği bir şekilde:
-Emrah bugüne kadar hiç ezan dinlemedin mi? Günde 5 defa okunur, Müslümanlar Ezanı duyunca namaz kılmak için camiye giderler. Konuşmamıza kulak misafiri olan yan masadaki Emine, sırasını da kaptırmanın kızgınlığıyla olsa gerek, Emrah’a:
-Sen Müslüman değil misin len? diye laf attı. Emrah oralı bile olmadı. Anlaşılan Müslümanlığın da ne ifade ettiğini bilmekten uzaktı. Emine'ye sert bakmış olacağım ki, kızcağız başını çevirdi, gözlerini aşağı indirdi, birden ağzından çıkan sözlere utanmıştı.
Filmin bitiminde kritiğini yaptık: Adalet, sevgi, merhamet kavramları üzerinde durduk.
Reis Beyin verdiği yanlış karardan sonraki söz ve davranışları çocukları bir hayli etkilemişti. Emrah'ın ise hala aklı ezandaydı, kendi kendine " Allahuekber, Allahuekber" diyerek mırıldanıyordu, bizi dinlediği bile yoktu.
Ders bitti. Sınıfı kilitleyip anahtarı öğretmenler odasına bıraktım. Kitap dolu çantamı bisikletimin bağacına koydum, düşünceli bir şekilde önden giden Emrah'a yetiştim:
- Emrah, eve otobüsle mi gidiyorsun?
- Hayır, öğretmenim ubanla (metro) gidiyorum.
- Filmdeki ezanı sormuştun, zamanın varsa sana daha geniş anlatabilirim.
- Olur öğretmenim. Zaten filmden bu tarafa kendimde değilim. Hala kulağımda o ses, nedense hep onu duymak istiyorum.
Çok hoşuma gitti.
Yol üstündeki bir banka oturduk. Şimdiye kadar herhangi bir camiye gidip gitmediğini sordum, gözlerini benden kaçırarak;
- Ne yalan söyleyeyim öğretmenim, geçen yaz tatile gittiğimizde İstanbul’da filmdekine benzer, taştan yapılmış bir binanın önündeki çeşmeden su içmiştim.
Yarım saatten fazla sohbet ettik.
Emrah'ın babası okullar açıldığında;
"Oğlunun din dersine ihtiyacı olmadığını, Türkçesini ilerletirse yeterli olduğunu, Türkiye’ye gittiklerinde Türkçe'yi konuşamayan oğlundan utandığını" söylemişti.
O güne kadar din derslerine katılmayan Emrah, gelecek hafta din dersine de gelebilmesi için babasıyla konuşmak istediğini, Türkçe'ye de daha düzenli geleceğine söz verdi. O metrodaki hızlı trene yetişebilmek için vedalaşırken, birden geri döndü:
-Biliyor musunuz öğretmenim? Her hafta tahtaya astığınız ay yıldızlı bayrağımız karşısında İstiklal Marşı'mızı söylediğimizde;
"O hafta boyunca kendimi daha bir güvende hissediyordum. Bundan sonra da ezanı dinledikçe daha da mutlu olacağıma inanıyorum, size çok teşekkür ederim" diye seslendi.
El sallayarak metronun merdivenlerinden içeri süzüldü. Emrah kendini bir kuş gibi hafif hissediyordu artık.
Cemil KILIÇARSLAN
YOZGAT, Mart 2021