İnsanoğlu sosyal bir varlık olması hasebiyle tarihi boyunca sosyal hayatı tanzim eden düzenlemelere ihtiyaç duymuştur.
İlk insan Adem (A.S.) la birlikte Yüce Allah (C.C.) insanların toplu halde yaşarken hangi kurallara uymaları lazım geldiğini de bildirmiştir.
İnsanların uymaları gereken kurallar Kâbil' in kardeşi Habil' i öldürmesiyle başlayarak ihlale uğramış, sonra bu ihlaller yaygınlaşıp derinleşmiş, toplum hayatı beşer vicdanını sızlatır olmuştur. Artık insanların birlikte yaşamaları tahammül edilmez olunca Yüce Allah (C.C.) yine peygamberini göndermiş, toplum hayatını tekrar düzene sokmuştur.
Sonra zamanla yine toplumsal kokuşma had seviyeye çıkmış, yine Peygamber gönderilmiş yine toplum hayatı düzene sokulmuş, sonra yine bozulma olmuştur.
Bu süreç böyle devam etmiş, en nihayet Cenab-ı Hak, son peygamberi Hz. Muhammed' i (S.A.S.) tamamen azmış olan cahiliye Arap toplumuna göndermiş ve indindeki dinin "İslam" olduğunu bildirmiştir.
İslamiyete kadar Yüce Yaratan' ın gönderdiği dinlerin tamamının akidesi (temel inanç sistemi) "Tevhit Akidesi" (Tek Tanrı inancı) dir. Ancak İslam dini, ibadet, muamelat ve ahkamın tekamülü yönleriyle önce gönderilmiş olan dinlerden ayrılır. İslam her yönüyle tekemmül etmiş, tamamlanmıştır. Bu nedenle, İslamın gelişinden itibaren, önceki İlahi dinler hükmünü kaybetmiştir. Kıyamete kadar yürürlükte olacak olan din İslam dinidir.
Yukarıdaki satırlarda arz etmeye çalıştığım, toplumdaki bozulma süreçlerinin hemen hepsinde, Yüce Allah' ın Peygamberleriyle gönderdiği ilahi sistem, zamanla toplum içindeki inançsız insanlar, heva ve heveslerine aykırı düştüğü için sağından solundan, kıyısından köşesinden türlü bahane ve gerekçelerle uygulamadan kaldırılmaya çalışılmış, İlahi hükümlerin yerini beşeri kurallar almaya başlamıştır. İnancı zayıf, dini bilgisi az insanlar da şuursuzca bu furyanın peşine takılmışlar ve bu suretle kokuşma hızlanarak devam etmiştir. Bu konuda ne kadar mesafe alınmışsa, toplum hayatı da o kadar bozulmuş ve kokuşmuştur.
Emile Durkheim adlı Yahudi bir sosyolog, "Dinler Sosyolojisi" adlı kitabında: "Aslında tanrının mevcut olmadığını, insanların doğal afetler vs. sıkıntılar karşısında sığınacak bir yer aradığını, bu suretle kendilerine zekalarının gelişme düzeyine göre tanrılar ihdas ettiklerini, ilk zamanlarda zeka düzeyleri düşük olduğu için, alelade şeyleri, putları, fetişleri tanrı edindiklerini, zamanla zeka düzeyi yükseldikçe, Ay' a, Güneş' e taptıklarını, en nihayet de soyut tanrı inancı akla daha uygun geldiğinden tek tanrı inancının doğduğunu"
Oysa gerçek bunun tam tersidir. Her şeyden önce, zamanla insanların zeka seviyesi yükselmez. Yükselen, bulunduğu noktadaki maddi medeniyet (Bilim ve teknoloji) merdiveninin önceki basamaklarına yeni basamaklar ilave ederek yükselen maddi medeniyettir. Yoksa tekerleği ilk icat edenin zeka seviyesiyle, direksiyonu icat eden arasında zamana endeksli zeka gelişmesinden kaynaklı bir seviye farkı olduğu söylenemez.
İkinci olarak; Allah için yapılan ilk bina Kâbe, tevhit akidesinin sembolüdür. Halbuki, İslamiyet' ten hemen önce içinde 360 adet put olduğunu görüyoruz. Bunun anlamı şudur ki; ilk önce tevhit akidesi (Tek tanrı inancı) vardı, ama insanlar bunu yozlaştırıp bozarak putperestliğe dönüştürmüşlerdir.
Batı kültürü; Emile Durkheim' in dinler sosyolojisi, Engels ve diğerlerinin materyalizm teorisi, Marks ve Lenin' in komünist ihtilal öğretisi, Darwin' in evrim teorisi gibi gerçeğe tamamen aykırı Hipotezlere sarılıp, hakikate gözlerini kapatmışlar, buna da bilimsel düşünce diye dünyayı tahakküm altına almıştır.
Özetlemek gerekirse Batı; Judeo-Grek (Yahudi-Yunan) Pagan kültürüyle, Roma Hukuku' nu bilimsel gerçeklikler olarak lanse etmiş ve bu zan-vehim ürünü sapık iddia ve fikirleri "bilimin son merhalesi" olarak insanlığa sunmuşlardır.
İnsanoğlunun aklına gelebilecek hayata dair tüm soruları hiç bir şüpheye yer vermeyecek derecede cevaplar vermiş bulunan Yüce Dinimizi bir kenara koyup, Batı' nın bu kof, kokuşmuş, dayanaksız, akla ziyan, insanlığa zulümden başka bir şey vermemiş olan hezeyanlarını onların lanse ettiği gibi bilimsel gerçekler olarak alıp baş tacı etmişiz!
Böyle düşünmeme sebep ne derseniz, arz ediyorum:
Batı demiş ki; "Kısas çağ dışı bir uygulamadır. Bu insanlık vicdanını yaralar. O halde idam olmasın! Biz de; "Hayhay, ne demek derhal, deyip idam cezasını kaldırmışız.
Sonuç; Gün geçmiyor ki, masum bir çocuk, kadın, insan vahşice katledilmesin!
Arkasından şikâyetin bini bir para. "Bu kadın ve çocuk cinayetlerinin önü alınamıyor! Bu nokta sözün bittiği yer! " diye feryad-ı figan ediyoruz.
Halbuki "Kısasta hayat vardır." Çünkü öldürecek adam, kendisinin de öldürülebileceğini düşünüp hesaba katar ona göre hareket eder. Velev ki hapis cezası verildi. Cezasını çekip çıktığında mağdur tarafın, intikam için yakınını öldüren adamı ne pahasına olursa olsun öldürdüğü, ya da öldürttüğü herkesçe bilinen bir gerçek. Arkasından kan davası gelmektedir İnsanlık vicdanını yaralamayan uygulama bu mudur?
Değerli okuyucu; Bizim küçücük aklımızla İlahi kaideleri beğenmeyip de, yerine beşer aklının ürünü kurallar yüzünden maddi manevi büyük zararlara uğradığımız daha bir çok konu var. Ancak bu köşenin daha fazla uzatmaya uygun olmaması nedeniyle diğer konuları başka yazılara bırakıp, hepinize hayırlı günler diliyorum.
Mehmet AKTAN