Değerli okuyucu:
Mensubu olmakla şükrettiğimiz Yüce İslâm Dini’ nin Aziz Peygamberi Hz. Muhammed (S.A.S.) Efendimiz; İslâm’ ı tebliğ yolunda, Kur’ anı Kerim’ in emir ve yasakları ve kendisine tevdi edilen peygamberlik vazifesi doğrultusunda tarihin kaydetmediği muhteşem bir siyaset izleyerek neticede İslâm ahkâmına dayalı Medine Devleti’ ni kurmuştur.
Medine Devleti; Müslümanlar, Hristiyanlar, Yahudiler, Mecusîler ve putperestler arasında (S.A.S.) Efendimiz’ in riyasetinde, farklı etnik ve dini nitelikleri bulunan topluluklar arasında “Medine Sözleşmesi” adıyla akdedilen tarihteki ilk yazılı anayasadır.
Medine Sözleşmesiyle farklı dini ve etnik karakterleri bulunan toplulukların her biri, kendi iç meselelerini, vatandaşlık hukuku dairesinde ve kendi iç hukuk prensipleri doğrultusunda halletmişlerdir.
Tarihe Medine Devleti’ nin uygulamalarıyla ilgili olarak bu farklı etnik ve dinî topluluklardan adaletsizlik, haksızlık, çifte standart ya da başka bir surette herhangi bir şikâyet düşmemiştir.
Devlet’ in dini olmaz. Çünkü devlet gerçek kişi değil, tüzel kişidir. Allah ise Din’ i, tüzel kişiler için değil, gerçek kişiler için indirmiştir. Bu nedenle Ahirette tüzel kişilerin hesaba çekilmesi söz konusu olmaz. Bununla beraber tüzel kişiliklerin yöneticileri gerçek kişiler olduğundan Allah’ a karşı sorumlulukları vardır ve hesaba çekileceklerdir.
Devlet’ ten beklenen; adaletin tesisi, din, vicdan ve ifade hürriyetini, iç ve dış dünyadaki can, mal ve namus güvenliğine vaki tehdit ve saldırıları bertaraf edip, sulh ve sükunu sağlaması, vatandaşın hayatını kolaylaştırmak için, bilimsel ve teknolojik gelişmenin, ilmin ışığında önünü açarak, teşvik etmesi ve neticede adaleti, güvenliği, sulh ve sükûnu, sıhhat, huzur, mutluluğu, refahı azami ölçüde sağlamasıdır.
Tarihte bu yükümlülüklerini Medine Devleti’ nden daha güzel deruhte eden başka bir devlet olmamıştır.
Halen yürürlükte bulunan Anayasamız da; yaklaşık olarak aynı amaçlara matuftur.
Ancak; Devlet’ in dininin olmaması gerektiği fikrinin “Laiklik” kavramıyla eşdeğer olduğu zannıyla laiklik, anayasamızın değiştirilemeyecek, hatta değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek maddeleri arasına konmuştur.
Oysa Laiklik; Din’ in devlet işlerine, devletin de din işlerine karışmaması anlamına gelmektedir.
Ne var ki, genel olarak dünyadaki anayasaların; adaletin tesisi, din, vicdan ve ifade hürriyetini, iç ve dış dünyadaki can, mal ve namus güvenliğine vaki tehdit ve saldırıları bertaraf edip, sulh ve sükûnu sağlaması, vatandaşın hayatını kolaylaştırmak için, bilimsel ve teknolojik gelişmenin, ilmin ışığında önünü açarak, teşvik etmesi ve neticede adaleti, güvenliği, sulh ve sükûnu, sıhhat, huzur, mutluluğu, refahı azami ölçüde sağlama şeklinde özetlenebilecek hükümlerinin tamamı dinlerden mülhemdir!
Laiklik anlayışı gereği; din, devlet işlerine karıştırılmayacak ise anayasalardaki dinden mülhem hükümlerin anayasalardan çıkarılması gerekecektir. Bu takdirde ise; ortada anayasa diye bir şey kalmayacaktır! Böyle bir sonuç, hukukun, bindiği dalı kesmesi anlamına gelir ki bu kabul edilemez!
Bir başka husus da; Din ve vicdan hürriyeti, ifade özgürlüğü de yine anayasalarda genel olarak yer alan en temel hukuk prensiplerindendir. Hatta din ve vicdan hürriyeti, ifade özgürlüğü laiklikten asırlar önce, mesela Medine Devleti’ nin anayasası olan Medine Sözleşmesinde yer almış bir genel hukuk prensibidir.
Şimdi sade ve samimi bir Müslüman, Allah’ ın emrettiği gibi bir Müslüman olacaksa, Kur’ an’ ın sosyal hayatı, devlet işlerini de kapsayan bütün hükümlerine iman etmek ve bunu ifade etmek, devamında imanını tebliğ etmek, yaymak mecburiyetinde olduğuna göre; anayasadaki laiklik bariyerini nasıl aşacaktır?
Laiklik kavramı burada; Din ve vicdan hürriyetini, ifade özgürlüğünü temel insan haklarını ortadan kaldırmış olmuyor mu?
Vatandaşı böyle bir handikapla karşı karşıya bırakmak hukuka uygun mudur?
Elbette değildir.
Bu durumda yapılması gereken şey nedir?
Değerli okuyucu;
Bu çelişkinin asırlarca öncesine dayanan Din ve vicdan hürriyeti, ifade özgürlüğü ve temel insan hakları lehine giderilmesi anayasa hukuku açısından elzemdir!
Laiklik kavramının anayasanın temel hükümleri arasında yer alması, hatta değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceği hükmü anayasa hukuku açısından ilk konulduğu andan itibaren geçersiz, ölü doğmuş bir doğmadır.
Laiklik fikri; Batı açısından bu fikrin doğuş şartları, beyinlerde gelişip yerleşmesi, kilise ve papaz sultasından kurtulmanın bir gereği olarak normal karşılanabilir. Hristiyanlığın devlet idaresi ve sosyal hayatı tanzim edecek kurallar ihtiva etmiyor olması da laiklik fikrini desteklemiş olabilir.
Ancak İslâm Dini’ nin, insan ve toplum hayatının her alanını tanzim eden bir hususiyetinin bulunması karşısında Müslüman bir topluma laiklik kavramının uygulanmaya çalışılması, vatandaşı dininden çıkarmaya zorlamaktan başka bir şey değildir!
Bu zulümlerin en büyüğüdür!
Hiçbir devlet vatandaşına böyle bir zulmü reva görmez, görmemelidir!
Ne yazık ki, bir asırdır; hukukçularımızın bir kısmı bu zulmün farkında olmamış, bir kısmı görmezden gelmiş, bir kısmı (Bir süre önce yürürlükten kaldırılmış bulunan) TCK nun. 163. Md. nin Müslümanlar üzerindeki onlarca yıldır devam eden Demokles’ in kılıcı misali tesis edilen cezaya çarptırılma korkusuyla ses çıkaramamış, bir kısmı inançları açısından bir sıkıntı olmadığı için es geçmiş, bir kısmı da zaten vatandaşın Müslüman olmakla bu zulmü hak ettiğini düşünerek memnuniyetle karşılamışlardır!
Bazı münevverlerimiz ise bu hukuksuzluğu hissiyat bazında fark edip, feveran etmişler ancak hukuk ilmi karşısında bir değerlendirmeye tabi tutarak bu asırlık zulme son verme çabası içinde olamamışlardır.
Değerli okuyucu;
Anayasalar değişmez metinler değildir. Öyle olsalardı, yasa diye nitelendirilmezlerdi. Anayasa ve yasalar zamanla, fıtrata, şartlara aykırı oldukları için değiştirilebilir. Değiştirilmelidir.
Bu değişiklikler elbette meşru zeminde, şartlar doğrultusunda yasalara uygun prosedürler izlenerek yapılır, yapılmalıdır.
Zor kullanarak, dayatılarak yapılan anayasa ve yasalar vatandaş için zulüm demektir.
Ülkemizde “İnkılâp” diye lanse edilen anayasal değişiklikler aslında hep birer ihtilâldir. Çünkü İnkılâp; önce kalplerde, gönüllerde hüsnü kabulle vücuda getirilen köklü değişikliklerdir. Kalplerdeki bu hüsnü kabulle gerçekleşen değişiklik, toplumun ekseriyetine yayılırsa işte toplumda İnkılâp o zaman vaki olur.
Ülkemizde ise maalesef şimdiye kadar yapılmış olan tüm anayasalar, ihtilalleri (Devrimleri) takiben yapılan anayasalardır. Bu nedenle de, ihtilâli yapan zihniyetin dayatması doğrultusunda yapılmıştır.
Yeniden İslâm İnkılâp Hareketi; yasal zeminde, inanç, fikir ve görüşlerini deklare ederek kalpleri ve gönülleri kazanmayı, bu suretle fıtratla tamı tamına uygun bir anayasa metninin toplum ekseriyetinin serbest iradesi ve oyuyla tanzimini hedef alır.
YENİDEN İSLÂM İNKÎLAP HAREKETİ’ nin usul ve esasları konusuna gelecek yazımızda devam edeceğiz inşaallah.
Allah, bu yolda zafer nasip eylesin inşallah! Amiin amiin amiin.
Allah’ a emanet olunuz kıymetli okuyucularım. 18.03.2024
Av. Mehmet AKTAN