Değerli okuyucu;
Celladına âşık olmak tabirini çoğunuz duymuşsunuzdur. Anlamını da biliyorsunuzdur.
Ülkemiz maalesef, 1 asırdan bu yana celladına âşık olmuş bir haldedir.
Bir asır kadar önce; Yüce Dinimiz’ in tertemiz, pırıl pırıl, berrak adı olan “İslâm” dan başka, türlü türlü ad ve sıfatlar etrafında birbirinden farklı, birbirini kabul etmeyen, hatta karşı hasmane tutumlar sergileyen inanç ve ameli Edille-i Şer’ iye’ ye değil, esasta Hint mistisizmine ve tasavvufa dayalı, Tevhit Akidesi yerine şahıs odaklı, görüş ve anlayışları öne çıkaran bir takım oluşumlar etrafında parça parça bölünmüş, lime lime olmuş bir görünüm arz ediyordu.
Sade ve samimi Müslümanlık, yerini; Din istismarcılığına, şarlatanlığa, şaklabanlığa, şirke, cehalete, Yüce Din’ imiz’ le asla bağdaşmayacak, hatta taban tabana zıt itikat ve uygulamalara bırakmıştı.
Bu sırada, Avrupa; 1789 Fransız ihtilaliyle Kilise ve Papaz sultasından kurtulmuş, dinde Protestanlık’ la reform, sosyal ve bilimsel hayatta da rönesans yapmış, neticede bilim ve teknolojide önemli başarılar kazanmıştı.
Osmanlı’nın yıkılış safhasında eğitim için Avrupa’ ya gitmiş olan genç Türk öğrenciler; “Jön Türkler” adıyla aynen Avrupa’ da olduğu gibi, (Din istismarcılarının öne çıktığı bir ortamda) “Din’ den kurtulmadıkça ilerleme ve gelişme sağlanamayacağına inanmış” bir kitle oluşmuştu. Bu oluşum, Osmanlı düşmanı tüm Avrupa Devletleri’ nin inisiyatifi altındaydı.
Bu mürekkep yalamış kitle, sonradan “İttihat ve Terakki Fırkası” adı altında siyasi bir nitelik kazanarak İstanbul’ a döndü.
‘Hürriyet, uhuvvet, müsavat” (Özgürlük, kardeşlik, eşitlik) sloganlarıyla “Hareket Ordusu” yla birlikte 1909 da İstanbul’ a gelip, 2. Meşrutiyeti ilan ettirmişler, daha sonra da Abdulhamit Han’ ı tahtından indirmişlerdi.
Osmanlı’ nın yıkılış dönemindeki bu Din’ i, sosyal ve siyasi atmosfer kafaları karıştırmış, genel kanaat din istismarcılarıyla sade ve samimi Müslümanlığı birbirinden ayırt etme imkan ve ihtimalini önemli ölçüde ortadan kaldırmıştı.
Bu ortamda yapılan 1924 anayasasında; “Laiklik” , sanki Din ve vicdan hürriyetiymiş gibi algılanıp, insanımıza da öylece aksettirilmiştir.
Bundan sonra tüm yasal, siyasî, içtimaî, kültürel, hukukî, ahlâkî, bürokratik, ekonomik, ticarî, eğitim hedefleri, lâiklik temeli üzerine oturtularak toplumumuzun hayatı bu temel üzerine inşa edilmeye çalışılmıştır.
Din’ imiz ise; sadece ibadetle ilgili olarak serbest bırakılmış, (Esasında 1950 ye kadar, ibadet alanında da serbest bırakılmamış, hatta tamamen yok edilme gayretinde olunmuştur.)
Bu durum Devlet-Millet ayrışmasına neden olmuş, sonuçta, Milletin tasvip ve desteğinden mahrum bulunan Devlet, ilerleme ve gelişme yolunda kayda değer ilerleme sağlayamamıştır.
LAİKLİK; lanse edildiği gibi, Din ve Vicdan Hürriyeti değildir. Tam tersine, DÎN’ İN DEVLET İŞLERİNE KARIŞTIRILMAMASIDIR.
Böyle olunca, hayatın her sahasını tanzim ediyor olan İslâm Dini’ ine; hayatın ibadet dışındaki tüm alanlarını yasaklamaktadır.
İslâm ise; hayatın her sahasını tanzim etmekte ve Müslüman da Din’ in her hükmüne eksiksiz iman etmek, o doğrultuda amel etmek ve ifade etmek durumundadır. Allah’ ın bir tek ayetini kabul etmeme seçeneğine sahip değildir.
Bu durumda Lâiklik ile Din ve Vicdan Hürriyeti birbiriyle çelişmektedir.
Anayasamızda ise; Lâiklik ile Din ve Vicdan Hürriyeti ve hukuk devleti olma nitelikleri birlikte yer almaktadır. Bir hukuk devletinde temel yasa olan anayasada birbiriyle çelişen hükümler birlikte yer alamazlar.
Anayasamızda birbiriyle çelişen hükümlerden hangisinin muhafaza edilip, hangisinin kaldırılacağı konusuna gelince;
Anayasa Hukuku açısından; Daha kadim (Eski) ve daha evrensel olan muhafaza edilecek diğeri ise kaldırılacaktır.
Din ve Vicdan Hürriyeti; 14 asır önce Medine Devleti’ ne vücut veren Medine Sözleşmesi’ nde yer almış, Medine Devleti’ nde; Müslüman, Hristiyan, Musevî, Mecusî ve putperest tebaa, yıllarca birbirinin hukukuna saygı göstererek yaşamışlar ve bu dönemle ilgili tarihe herhangi bir adaletsizlik haksızlık şikâyeti düşmemiştir.
Çağımızda da Din ve Vicdan hürriyeti; Evrenseldir. Üzerinde kayda değer bir tartışma yoktur.
Lâiklik ise; kadimlik açısından, sadece 2 asır öncesine dayandığı gibi, evrensellik açısından da Din ve Vicdan Hürriyeti’ nden çok daha az evrenseldir. Daha çok Batı Ülkelerinde yürürlük alanı bulmuştur.
Bu durumda anayasamızdaki Din ve Vicdan Hürriyeti İpka olup, Lâiklik ilga edilmelidir. Anayasa Hukuku açısından varılabilecek doğru sonuç budur.
Ne yazık ki;
Millet olarak biz bu gerçeği halen fark edebilmiş değiliz.
Dîn’ in ne olduğu hakkındaki korkunç yanılgımız Millet olarak bizi çok büyük bedeller ödemek zorunda bırakmış ve bedel ödemeye de devam ediyoruz.
Saf, tertemiz, pırıl pırıl, makul tevhit akidesini bıraktık, Allah’ a yönelme yerine şahsa yöneldik. Böylece birbirinden farklı onlarca farklı Müslümanlık ortaya çıktı!
Kısas’ ı reddettik; maktulün yaşama hakkını göz ardı edip, katilin yaşama hakkını tanıyarak adaletten olduk. Cinayetleri ve türlü hırsızlıkları önleyemez olduk.
Ahlâk, edep ve terbiyeyi, mahremiyet ve tesettürü reddettik sosyal hayatımızı ve ailemizi kaybettik!
Helâl ve haramı reddettik, helal kazanç ve bereketten olduk.
Hülasa; tüm güzel hasletlerimizi kaybettik. Yeniden Müslüman olmamız gerektiğinin farkında değiliz!
Milletimizin, tüm insanlığının mazlumlarının, mağdurlarının yegâne kurtuluş umudu olan Yüce Dinimiz’ den vazgeçtik, tüm insanlığın umudunu kırdık, tutunacağı dal bırakmadık, zalimin zulmüne terk ettik!
Ama biz halâ, bizi yok olmanın eşiğine getirmiş olan hayat nizamı konusundaki hatalı tercihimizin farkında değiliz!
Hâlâ, muasır medeniyet adıyla hayranı olduğumuz Batı Kültürü’ nün celladımız olduğunun farkında değiliz!
Allah hepimize feraset ve basiret nasip etsin.
Âmin, İnşallah.
Allah’ a emanet olunuz. Vesselam.
Av. Mehmet AKTAN