Ekomomik faaaliyetler insan faaliyetlerinin temelini teşkil eder. Bu faaliyetler insanların hayatlarının devamı için şarttır ve hayatta kalma mücadelesidir. Konu insanlık için bir hayat meselesi olduğu için bu konuda insanlığa yön verecek teoriler çok önemlidir. İnsan için her faaliyetinin bir amacı/ hedefi vardır. Önce belirlenen amaç doğrultusunda bu hedefleri belirler, sonra da bunları gerçekleştirmek için faaliyette bulunur. İnsanlığa yön veren sosyal sistemlerde böyledir. İnsanların bu dünyaya dönük faaliyetlerinin ortak hedefi “İyi şartlarda yaşamak”tır. Her insanın ekonomik faaliyetleri bu hedefe yöneliktir. Eğer böyle bir hedefimiz olmasaydı, hala taş devri şartlarında yaşardık. İnsanın bütün çabası bu hayatı iyi şartlarda yaşayacak bir ortama dönüştürmektir. Bütün çatışmaların, bilimsel çalışmaların, teknolojik gelişmelerin ve kurulan toplumsal sistemlerin gerçek itici gücü budur. Konu bu kadar önemli hayati bir konu olup, bütün insanlığın ortak problemi olduğundan, ekonomik faaliyetlere yön verecek ilkeler belli bir insan veya toplumun yararına düzenlenmemelidir. Her insan için hayat hakkı en temel hakkı olduğundan, çalışma hayatı insanca yaşamayı koruyucu ilkelerle düzenlenmelidir. Günümüzde dünyada hâkim ekonomik sistem kapitalizmdir. Kapitalizmin aslı sanıldığı gibi serbest Pazar veya özel mülkiyet değildir. Bunlar amaçlanan hedefe varmak için kullanılan araçlardır. Kapitalizm; ekonomik faaliyetlerimizin temelinde yatan asıl gerçeği, toplumsal bir ihtiyaç olmaktan çıkarıp bireyselleştirerek, salt bireyin kendisi için maddi kazanca/servet yığmaya/güç sahibi olmasına indirgeyerek insanın doymak bilmez egosuna/hırslarına bağlamıştır. Kapitalizmin aslı tek cümleyle, BİRİKTİRMEKTİR. Ama ihtiyacından çok fazlasını biriktirmektir. Doymak bilmez hırslarını tatmin için servet ve güç sahibi olmak, her şeye hakim olmaktır. Bu da sadece kendini düşünmek yani egoizmdir. Kapitalizm içimizdedir ve aslında ilk insandan beri hep vardır. Egoist hırslarımızı ve doymak bilmez nefsi isteklerimizin önündeki ahlaki sınırların önünü açan bir sistemdir. Tekrar genişçe açıklayalım, kapitalizm daha da ileri giderek, en büyük olma, /güçlü olma hedefini insanlığa aşılayarak, egoizmi meşrulaştıran bir düşünce sistemidir. Kapitalizmin kurucularından Adam Smith’in bu gerçeği, 1776 yılında yayınladığı “Ulusların Zenginliği” kitabında teorisini bu anlayış üzerine kurarak kapitalist insan tipini özetle şöyle tanımlamıştır:
“Toplum çıkarı peşinde koşan bireylerden oluşur. Bireyin motivasyonu çıkarıdır. Toplumun çıkarını bireyin düşünmesine gerek yoktur. Birey egoist olmalı ve çıkarı peşinde koşmalı. Çünkü birey yararına olan, toplum yararına olacaktır. Ayrıca toplum yararı için ahlaki değerler oluşturmaya gerek yoktur.”
Böylece Batı Medeniyeti ve onun kurduğu Kapitalist Ekonomi bireysel çıkar/kâr peşinde koşan EGOİST İNSANA dayanır. Bu medeniyette ekonominin itici gücü, insan çıkarı yani ölçüsüzce servet yığmaktır. “Başkalarının hakları önemli değil onları düşünmeyeceksin, onlara ne olursa olsun sen en büyük olmak zorundasın” der. Toplumun yararı için ahlaki değerler gereksizmiş. Bu amaçla “İnsan ihtiyaçları sonsuzdur, kaynaklar kıttır”, “Bırakınız yapsın, bırakınız geçsin”, “En düşük maliyetle en yüksek kâr” “Pazarda en büyük olma” gibi egoizmi meşrulaştıran ilkeler Kapitalist Ekonomi’nin temel ilkeleri olmuştur. Kapitalizm gerçekte, Tanrı gibi her şeyin hâkimi olmak isteyen birey/insan yetiştiren bir sistemin adıdır. Böyle kurgulanan bir sistemle yetişen insanlar arasında en büyük olma/hakimiyet kurma çatışmalarının, yeryüzünü kaosa sürükleyeceği kaçınılmaz bir sonuçtur.
O halde işe önce buradan başlamalıyız ve güçlenmek için ihtiyacından fazla biriktiren değil, ihtiyacından fazlasını paylaşmayı bilen insan yetiştirmeliyiz. İnsanın insanileşmesi ise aslında dinlerin konusudur. Ancak medeniyetiniz maddeyi değil de insanı hedef almışsa, iyi/güvenilir insan yetişmek zorundasınız. Kapitalizmin aksine “Toplumun yararı için hem ahlak hem de insan yetiştirmeliyiz.” Eğer barış içinde iyi şartlarda yaşamak istiyorsak buna mecburuz. İnsan insanileştikten sonra; ister özel mülkiyete, isterse kolektivizme dayalı bir ekonomik yapıda, ister demokrasi isterse mutlakiyete dayalı bir yönetim sisteminde olsun; adil bir paylaşımdan yana olacağından, bu tür insanlardan oluşan toplumlarda çatışmalar dibe vuracaktır. Kapitalizmin iddiası olan; en düşük maliyetle en yüksek kârı elde etme ve kaynaklara bir an önce sahip olmanın en kestirme yolu; işgal etmek, kaynaklara zorla el koymak ve insanları köle olarak çalıştırmak olabilir. Tek hedef ölçüsüzce kâr/servet biriktirme olursa ne insan, ne hak ne de hukuk düşünülür. Milyonların katledildiği iki dünya savaşı, yeryüzü kaynaklarına sadece kendileri hâkim olmak isteyen, bu egoist anlayışın sonucudur.
İlk önceliğimiz, ekonomiyi egonomi olmaktan kurtarmaktır. Bu konuda egoizmi temel alan kapitalistlerden asıl önceliğimiz, ekonomide tek amaç bireysel kârımızdan ziyade, tüm insanlığın iyi şartlarda yaşamasıdır. Ayrıca Müslüman insanlara faydası olmayan bir şeyi üretemez. Kapitalistlerin ürettiği her şeyi üretmez. Konunun bu yönü, bir medeniyetin temellerini kuran daha çok sosyoloji, felsefe ve psikolojiyi de kapsayan EKONOMİ FELSEFESi’nin konusudur. Öyle “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” diyerek ne üretirlerse üretsinler, nasıl paylaşırlarsa paylaşsınlar diyemeyiz.
Kapitalizmin insanı motive etmede kullandığı “ihtiyaçları sonsuz, en güçlü, en büyük olup, en yüksek kâr” hedefindeki egoist insan modelini, insanlık ve barış içinde bir dünya için son derece tehlikeli gördüğümüzden, buna alternatif egodan uzak, daha barışçıl ve daha insani bir ekonomik ilkeler oluşturmak tek yoldur. İnsanları, faydası için çalışmaya sevk eden tek yöntem egoist duygular değildir. Bu kapitalizmin en büyük ve insanlık için en tehlikeli yutturmacasıdır. Sınırlı kaynakları olan bir dünyada insanlara "İHTİYAÇLAR SONSUZ" hedefi vermek, insanlık ve dünya barışı için en büyük tehlikedir. İnsanların ihtiyaçları sonsuz olamaz. Gereğinde insana bir lokma bir hırka da yeterlidir. Bizim insani medeniyetimizin ekonomide temel felsefesi ve sosyolojisi “Komşusu aç yatarken rahat uyuyan bizden değildir” düsturu gereğince, pazar ekonomisine dayalı insan odaklı ekonomimizin itici gücü, insanlar yeryüzünün en değerli varlığı olduğundan, insan sevgisinden kaynaklanan “insanlar iyi şeylere layıktır”, “İnsanlığa hizmet” anlayışlarına dayanmalıdır. Ekonominin hedefi/motoru insanın “İyi şartlarda yaşama” arzusu olduğundan asıl hedefi “insanı iyi şartlarda yaşatmak”tır. Kapitalizm nasıl tek kelimeyle biriktirmekse, bizim ekonomimiz tek kelimeyle PALAŞMAKTIR. İyi şartlarda yaşamak, bir insan için sonsuz ihtiyaç, haz ve servet yığmak ideali değildir. Sadece her insanın, zamanının imkanlarından insanca yaşayacak bir pay almasıdır. Bu anlayışta kaynakların sahibinin Allah olduğu gerçeğini de unutmamalıyız. Kaynakların yönetimi pratikte devlete aitir. Birkaç küresel şirkete ve aileye kaynakları ve çevreyi talan etirmeden, hayatın sürdürülebilmesini sekteye uğratmadan, toplum yararına kullandırılmalıdır. Kâr/kazanç bu yolda asıl amaç değil, araçtır. Asıl amaç “İyi şeylere layık insanları iyi şartlarda yaşatacak” ürünler ve üçret sunmaktır. Sermaye sahibi olup insanlara iş kapısı açmak ta paylaşmaktır. Bu anlayış kârın üstündedir ve kâr bu hedefe hizmetin bir bedelidir. Üretmeden üç kağıtcılık yaparak paradan para kazanmanın yolları kapatılıp, insanlık için faydalı bir şeyler üreterek para kazanmanın yolları açılmalıdır. İyi şartlarda yaşayacak bir üçret, çalışanın en temel hakkıdır.
Ayrıca şunu da iyi anlayalım ki; burada insani bir ekonominin belirleneceği ana temelleri daha çok insanın maddeye/servete bakışını, neden ve nasıl bir ekonomik faaliyette bulunmasına yöneliktir. Bu ilkelerle ülkelerde, “ekonomik hayatta patlamalar olup, ülke ekonomik olarak uçar gider ve de süper bir güç olur” demek istemiyoruz. Bu ilkeler, sömürüden uzak, daha paylaşımcı, daha insani ve daha çatışmasız bir dünya içindir. Ekonomik ilerleme ve gelişme yani zenginleşme ise, eskiden işgal ve sömürü ile olurken günümüzde daha çok teknolojik gelişme ve eğitime önem vermek, yatırımların önünü açmakla mümkündür. Bu ana ilkeyi iyi değerlendiren her ülke günümüzde ekonomik olarak gelişir. Ekonominin dini imanı, ırkı ve bölgesi yoktur. İşte komünist Çin, kapitalist ABD, Şintoist ve Budist Hindistan, G. Kore ve Japonya ortada.
İhtiyaçtan Fazlasının Dağıtıldığı “İnsan Ekonomisi” Ütopya mı?
Geçmişte feodal derebeylerin yağmacılığını bir yana bırakırsak,özellikle Doğu toplumlarında, halkın büyük çoğunluğunun öncelikle temel ihtiyaçları peşinde koşturduğu, herkesin ihtiyacı kadar çalıştığı “paylaşım etiğine” dayalı daha insani bir “Pazar Ekonomisi” vardı. İnsanları temel ihtiyaclarından fazlasını biriktirme peşinde koşturan bir anlayış fazla yaygın değildi. Bu yapıyı ve anlayışı, sınırsızca mal biriktirmeyi ve egoist insanı ön plana alan, Kapitalist Egonomik anlayış dejenere ederek, “Serbest Pazar Ekonomisi”ne dönüştürmüştür. Bu ikisi arasında en önemli fark Serbest Pazar Ekonomisi anlayışının, devlet müdahalesinden uzak, egoistçe kazanma ve biriktirme merkezli olmasıdır. Her insanın hakkını korumayı amaçlayan sosyal devlet kontrolündeki Pazar ekonomisi ise daha çok insan merkezlidir. Yönetimler ideal şartları taşımasa da geçmiş asırlarda dini inançların insanlar üzerinde etkisi sonucu, servet biriktirme ana hedef olmadığından, insanlar ihtiyacı kadar çalışıp üretiyorlardı. Batı dünyasında kralların veya derebeylerin baskılarına karşı geliştirilen Serbest Pazar Ekonomisi ile ekonomik hakimiyeti kendi tekellerine geçiren, günümüzün yeni “Küresel derebeyleri”, sosyal devletin pazardaki düzenleyici elini engelleyerek, toplumun yeterince pay sahibi olmasının önüne geçmektedirler. Yeni derebeyler eskilerinden daha aç gözlü ve gaddar olduğu ortada. Dünya servetinin yarısı 10 küresel derebeyinin eline geçmiş ve her yıl bu sayı daha da azalarak, sonunda birkaç kişinin hakimiyetine geçeceği kaçınılmaz bir gerçektir.
Bu gizli soygun düzenine dur demek için Komünizmden daha insani olan, gücünü dini ahlaktan alan kanaat ekonomisine dayalı, çılgınca tüketim yerine daha mütevazi anlayışa, yenilenebilir bir tüketim tarzı olan sosyal devlet anlayışıyla paylaşmayı esas alan çevre, insan ve pazar odaklı yürütülecek olan “İnsan Ekonomisi”ne dönüşe mecburuz. İkna ile bu anlayışa gelmeyen insanlık, bir devrime gerek kalmadan, bu yola girmeye mecbur kalacaktır. Gelecekle ilgili en büyük iddiamız/determinizmimiz budur. Bu egoistçe-çılgınca tüketimi yeryüzü kaynaklarının karşılaması mümkün değildir. Ayrıca dünya zenginliğinin birkaç kişinin eline geçmesi sonucunda her yıl azalan kaynaklar, zaten bu nüfusu besleyemeyeceğini bildiklerinden nüfusu düşürme telâşına girmişlerdir. Yeni bir gezegene göç edersek ne âlâ. Ünlü iktisatcı sosyolog Joseph A. Peter’in meşhur “yaratıcı yıkım teorisi” gereği, bu kez insan aklı kendisi için doğru olana yönelip, kapitalizmi revize ederek çevreye uyumlu insani bir vasata dönmek zorunda kalacaktır. İşte hiçbir sınıfa dayanmadan ortak aklın gereği, gerçek devrim ve evrildiğimiz bu istikamet insanlık için tarihin sonu olacaktır. 2021 Davos zirvesinde Gereat Ressert diyerek kapitalizmi resetlemeyi düşünmektedirler. parasal, çevre, gelir dağılımı, sürdürülebilir ekonomive çevre gibi çevreye ve insana daha duyarlı bir ekonomik yapıdan bahsetmeye başladılar. Dediğimiz gibi kapitalizm ya insanileşecek ya da ne insan bırakacak ne de yaşanılır bir dünya. İnsan fıtratı gereği kendisi için doğru olanı bulacaktır. Ancak bu gidişe küresel derebeyler ne der, müsaade eder mi bilemeyiz? Bunun için peygamberlerin hepsi de öncelikle mevcut sistemde, insanın insanileşmesi üzerinde durmuşlardır. Marksistler “sistem değişirse her şeyin değişip düzeleceğini” sandılar ve bir avuç insanla bir an önce yapılacak bir devrimle, bu işi çözmeye çalıştılar. Niyet halis ancak yöntem yanlış olunca yürümedi. Kur’an’da Rad Suresi 11. âyete belirtildiği gibi, gerçekte sorun insandır ve insan değişirse her şey değişerek düzelebilir. Birileri “Bunlar eskide kaldı. O zaman herkesin kendi işi vardı, şimdi ekonomik şartlar çok farklı” diyebilir. Eskiden ekonomi bir amaç değil, herkesin ihtiyacı kadar çalışıp almak ve yaşamını sürdürmek için bir araçtı. Eskiden ihtiyacından fazlasına göz diken ve biriktiren insana iyi gözle bakılmazdı. “Aç gözlü, mezara mı götürecek” diye toplumdan dışlanırdı. Çok değil, daha 40-50 yıl önce insanlar sadece kışlık ihtiyaçlarını temin etmek, yani kışlık ambarlarını doldurmak için çalışırlardı ve ticareti servet biriktirmek için değil, ellerinde olmayan ihtiyaçlarını karşılamak için yaparlardı. İnsanların, “Öyle ihtiyacımdan fazla çalışayım da servet biriktireyim” gibi bir hırsları yoktu. Zaten toplumda mal biriktirmek için geceli gündüz durmadan çalışıp servet yığan insanlar aşağılanıyordu. Eğer siz insanları insan gibi yetiştirip, ona güvence verirseniz, bugün beğenmediğimiz kapitalist Batı’da bile olduğu gibi, o insan, ev ve araba sahibi olma peşinde bile koşmayacaktır. Devlet istediği sektörde çeşitli teşvik ve vergilerle büyümeyi yönlendirebilir. Aynı sektörde daha fazla büyüyerek küresel tröst olunması engellenir vs.
Kapitalizmin merkezinde Amiş Hayatı yaşayanlar bu işi niye ve nasıl sürdürmektedir. Bu insanların çok mu serveti var, çok mu konfor ve lüks içindedirler? Neden hallerinden şikâyetçi değiller, neden diğer insanlar gibi tüketim ve servet peşinde koşmuyorlar? Yüzyıllardır nasıl oluyor da hâlâ dimdik ayaktalar ve niçin yok olup gitmediler? Buradan alınacak en büyük ders: İnsanı nasıl yetiştirirseniz sistemi öyle kurarsınız. Yeni bir sistem kurmak için önce o sistemin insanını yetiştirmek zorundasınız. Adamlar bunun için ne felsefe yapıyor, ne büyük ekonomistleri var, ne bu sistemi kurmak için binlerce kitap yazmışlar, ne de insanın ömrünün yarısını alan okulları var. Yani öyle kapitalizm ve komünizmde olduğu gibi bir sürü felsefe yapmaya gerek yok. Tek bir sloganla işi bitirmişler. Bu iş için tek bir İncil’deki tek bir ayet yetmiş. Özeti şu: Bizi dünyaya daha çok bağladığı için teknolojiyi reddediyoruz. Biz dünyevileşmek istemiyoruz. Bu dünya gerçek yurdumuz değil. Öbür tarafa götüremeyeceğimiz bu dünyada kalacak bir servet peşinde ömrümüzü harcamayız. Tam “Bir lokma bir hırka bize yeter” anlayışı. Ne basit ve ne net bir anlayış! Ne vergi veriyor, ne de devleten bir şey istiyorlar. Hangisi daha insani hangisi daha doğru bir düşünelim? Tabii gelin bizde teknolojiyi hayatımızdan tamamen atalım demek istemiyoruz. Sadece “İnsan ihtiyaçları sonsuz olamaz” ve “İhtiyacımızdan çok fazlasını gasp etmeyelim, paylaşmasını bilelim” diyoruz. Bu ilkelerle çağımızda kapitalizmin göbeğinde, ona meydan okuyan örnek topluluklardan oldukları için kendilerinden söz ediyoruz. Yeni Zelanda da iyi bir örnek. Ekonomileri tarım, hayvancılık, hizmet sektörüne dayalı olup, bunlarla 40 bin dolar gibi yüksek bir milli gelire ulaşmışlardır. Gelelim teknolojinin merkezlerinden Japonlara. Evlerinin içindeki eşyalarını gördüğünüzde “bu adamlar böyle nasıl tüketimden uzak mütevazi yaşıyor” dememek elde değil. Temeli ‘Zen Budizm’e dayalı, ihtiyacı kadar tüketim ve hiçliğe ulaşma felsefesi sonucu ortaya hedonizmden uzak, mütevazi bir insan çıkarmak zor değil. Japonlara da tek bir ilke yetmiş: Arınmak...