Farkındayım, geciktim. Önceki yazının başlığındaki (I) bizi bağladı.
Türk İslâm inkılâbının inşa ettiği mefkûremizin vazgeçilmez kaynakları arasında yer alan ‘ilim’ anlayışı ve bu anlayışın hayatımızdaki yansımalarını ile etkilerini dile getirmek kolay değildi elbette. Hele hele temelinde tevhd bulunan bir ilmi yazmak... Gelişme ve yücelmenin kapılarını aralayıp insanlığın yolunu aydınlatan rahmani ilim, günümüz ifadesiyle bilim, kendisini çoğu zaman taklit, tahkir, tehdit aracı olarak kullanan zihniyetin elinde, ne yazık ki, çırpınarak zebun olmakta. Zihinlerde çağrışımın doğru oturması için, bazen ilim, bazen de bilim tabirlerinin kullanmam yadırganmamalı.
Özelde Türkiye, genelde İslam dünyasının iki asırdır, düşe kalka yürüttüğü ilmi çalışmalar, hayatımızın diğer alanlarında olduğu gibi; dış müdahalelerle, iç çatışmalarla tahribe uğramıştır. Bu alanda yaşanan büyük yıkım ve kesinti sadece bilim toplumu oluşturma gayretlerini boşa çıkarmakla kalmamış; milletimizin kadim inancını, anlayışını, davranışını ve alışkanlıklarını kökünden sarsarak istikametini bozmuştur.
Evet, bozulma, dağılma sadece maddi alanda olsaydı, toplum bunu kolaylıkla toplar, ayağa kaldırır, hayata döndürürdü. Lâkin damıtılan, dağıtılan tefekkür ve telakkilerin ıslahı neredeyse imkânsızdır. Bu alanlarda girişilen düzeltme çabaları, toplumda çoğu zaman karmaşa, kargaşa ve kavgalara da kapı aralamış, sosyal hayatımız alt üst olmuştur.
Viyan’a dönüşü, olup bitenlere bakıldığında makam, şan ve şöhretin kamçıladığı hırs; ihtiras süfli menfaatlerin besleyip büyüttüğü tahmin ve suizan, gerçek ilim anlayışını sadece eğitim öğretim kurumlarımızdan değil; ocağımızdan, obamızdan, ülkemizden söküp atmıştır. Sonrasında, akılların değersiz kariyer pazarının metaı; gönüllerin, çıkmaz sokakların sahte kabadayısı; sağduyuların seraba dönen hayal sahralarının suyu çekilmiş kuyusu haline gelmesinin önü alınamamıştır.
Osmanlı’nın üç kıta ve yedi denizden, yürek yakan çekilişi; Çanakkale, İstiklâl Harbi, Şeflik Dönemi, ihtilâller, darbe teşebbüsleri, üniversitelerdeki kardeş kavgaları, milli enerjimizi tüketen PKK terör belâsı ile FETÖ, Türkiye’nin ilmi çalışmalarına vurulmuş öldürücü darbelerdir. Bu süreçte yaşanan kayıplar, eli kalem tutanlar için ayrı bir araştırma; bilim insanları için ciddi bir tez konusudur. Geçiyorum.
İlim anlayışımızın uğradığı saldırıları anlatmak bu yazının cirmini aşar. Çok uzağa gitmeye gerek yok. Yüzyılın son çeyreğinde eğitim hayatımızda olup bitenlere bir bakınız. Bu alanda inadına milletimize dayatılan düzenlemenin tahribatlarını gidermek amacıyla, devlet maddi ve manevi bütün imkânlarını sarf etmiş, pek çok bakan değişikliği yaşanmış, buna rağmen milletin beklediği gelişme elde edilememiştir.
Geçenlerde öldü. 28 Şubat postmodern darbesinin mimarı: “28 Şubat bin yıl sürecek.” demişti. Meselenin iç yüzünü kavrayamayanlar, bu meşum darbenin etkilerinin ortadan kaldırıldığını, gerekli onarımlarla kayıpların telafi edildiğini vecd içinde dile getirmektedir. Hayır, öyle değil, 28 Şubat darbesinin toluma saçtığı zehirli tohumlar filizlenmeye devam etmektedir, uygun zaman ve mekân buldukça uç vermesi sürecektir.
Bakınız, bir cumhurbaşkanın, bir başbakanın ve bakanların ayaklar altına alınan itibarlarının iadesi elli yıl sonra yapılabilmektedir ki, bu asla kayıp telafisi sayılamaz. Toplumda insanlar arasına sokulan herhangi bir fitnenin, musibetin, melanetin izlerini silmek zannedildiği kadar kolay ve basit değildir. Bu öngörümü hafife alanlar için söylüyorum, örnek ve delil olsun. Günümüzde tartıştığımız, didiştiğimiz, savaştığımız konulara bir bakınız, pek çoğunun kökü onlarca, yüzlerce yıl öncesine dayanıyor. Mesela, İstanbul Sözleşmesi… Mesela, 12 yıllık kesintisiz eğitim… Mesela Ayasofaya'nın ibadetsizliği… Mesela havadaki, karadaki, denizdeki hükümranlık haklarımız…
Dayatma ve zorlama ile milletin baskılanan inancının, anlayışının, alışkanlıklarının dosdoğru, tastamam yerine oturduğunu söylemek mümkün müdür? Lâfı uzatıyorum farkındayım, bir soru olsun, cevap beklemiyorum. Bilim yuvalarının, düşünce bakımından ifsat ve inkâr merkezlerine dönüştürülmesinin önü alınabilmiş midir; eğitim kurumlarına giren pırıl pırıl zihinlerin, tertemiz gönüllerin oralarda paslandırılmadığı, kirletilmediği söylenebilir mi?
Evet, ilim müminin yitiğidir. Onu aramak, bulup kendisiyle meşgul olamak, büyük zahmet, gayret, cesaret ister. Okumaya, öğrenmeye, araştırmaya, dinlemeye, düşünemeye, bilgi üretmeye her şeyden fazla, değer veren İslâm, sadece bizi değil, bütün insanlığı ilim tahsiline ve ilimle meşgul olmaya çağırır, bilirsiniz bu konuda ısrarcıdır.
Hangi tarihte, hangi coğrafyada yaşarsa yaşasın ecdat, nereye bir mescit inşa etmişse ‘Ashab-ı Suffa’ örneği, hemen onun yanı başına bir de eğitim yuvası kurmuştur. Zira o bilir ve inanır ki, beşikten mezara ilim tahsili, kadın erkek herkese farzdır. Osmanlı’nın ilme ve ilim erbabına, diller destan itibar ve iltifatlarını tarih sayfalarına altın harflerle yazmıştır. Üstün bir gayretle okumak ve samimiyetle anlamaya çalışmak gerek… Fethinden sonra, köhne İstanbul’un dünyanın muhteşem bir ilim merkezine dönüşmesi, bunun harika örneğini teşkil eder.
Osman Gazi, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim Han ve diğer Osmanlı sultanları sarsılmaz ‘devlet-i ebed müddet’ anlayışını -kim ne derse desin- öncelikle ilmin, adaletin üzerine bina etmeye çalışması, tevhid inancının çerçevelediği ilim anlayışının yönetim ve hayatta esas alınmasındadır. Memalik-i Osmaniye'de rahmani ilim hafife almış olsaydı, bugün efsaneye dönüşmüş hâkim bir milletten, kerim ve kadir devletten bahsetmek mümkün olur muydu?
Nasip olursa, insanlığa gelişme, yüceliş, hayır ve huzur sunan; gönülleri birleştiren, kaynaştıran inkılâbımızın ana damarı, ilim anlayışımız konusuna devam ederiz.
16 Haziran 2020
İdris DOĞAN