Osmanlı Beyliği, daha kurulurken askeri ve adli teşkilatla işe başlamış ve bilhassa askeri işlere fazla ehemmiyet verilerek muvaffakiyetin sebepleri hazırlanmıştı. Fakat bu zahiri kuvvet tamamen ayrı dinde olan yabancı bir bölgede yani Balkanlarda göz kamaştıran hızlı ve şuurlu bir gelişme ve yerleşme için kâfi değildi. Başarıda maddi gücün dışında birtakım manevi ve ruhi sebeplerin rolü vardı.
Bursa ve İznik’in sulh yoluyla zaptı bir dönüm noktasıdır. Yeni yerler fethedikçe aşiret usul ve kaideleri yavaş yavaş yetersiz hale geldi. Bunların yerine fakat daha üstünde ve ilerisinde kanun ve kaidelere ihtiyaç hissedildi. Artık bu küçük beylik devlet mahiyeti alıyor, idari, adli ve askeri teşkilat kurmak zarureti kendini hissettiriyordu. Zikri geçen müesseselere ihtiyaç hissedilirken, beylik ve daha sonra devlet yöneticileri, fıkıh ilmine vakıf Şeyh Edebâli ve Dursun Fakih gibi ilim adamlarının fikir ve görüşlerine (danışman) müracaat ediyor, bunlar da İslâm’ın prensiplerine ve özellikle adalet anlayışına uygun hareket edilmesini tavsiye ediyorlardı. Ancak uygulama henüz bir sistem haline gelmemişti. Bu köklü ihtiyaçlar üzerine ulema sınıfından gelmiş olan vezir Alâüddin Paşa ile Cenedereli (Çandarlı) Kara Halil Efendi ilk faaliyete geçen devlet adamları oldular.
HÜKÜMDARLIK ALAMETİ: PARA
Önce hükümdarlık alametinden olarak akçe, yani gümüş sikke bastırılmıştır. İlk örnekleri Selçukîler ve İlhanîlerde görülen beylik merkezinde karar organı olarak divan kurulmuştur. Divan üyeleri vezirler, yapacakları işler, yetki ve sorumluluklar, resmî kıyafetler ve hatta sarığın şekli tespit edilmiştir. Başlangıçta askeri işler vezirlerin dışında beyler tarafından yürütülmüştür.
Osmanlı devlet sisteminin oluşturulmasında, başta İslâmın adalet, din ve vicdan hürriyeti prensipleri başta olmak üzere, Orta Asya’dan getirilen örf ve adetlerden, İran’dan, Selçukîler ve İlhanîlerden, Bizans’tan ve hatta fethedilen yerlerde geçerli kanunlardan istifade edilmiştir. Şu haliyle Osmanlı devleti, prensipler manzumesi olarak bir terkiptir. Devlet ebed-müddet telakki edilmiş, onun yaşaması için her çareye başvurulmuştur.
İLK VEZİR
İlk Osmanlı veziri Hacı Kemaleddin oğlu Alâüddin Paşa’dır. Çandarlı Kara Halil’in vezirliğinden itibaren askerî işler de vezirler tarafından yürütülmüş. İlk fütuhatı yapanlar atlı aşiret kuvvetleri idi ancak bunlar zamanla yetersiz hale geldi. Muharebe için gecikmeyen, vaktinde gelen kuvvet düşünüldü. Yaya ve atlı daimi kuvvetler fikri gelişti. Bu fikri ortaya atan Bursa kadısı Kara Halil Efendi bu işe memur tain edildi. Atsız askere yaya, atlıya müsellem denildi. Devletin silahlı gücü olan bu kuvvetler, muharebe olmadığı zamanlarda kendilerine gösterilen toprakları işleyecekler, vergiden muaf olacak yani öşür kendilerine bırakılacaktı. Böylece toprak sistemi geliştirildi.
Askeri işlerin dışındaki idari-adli işleri kadılar yürütüyor, daha sonra bunlar için en yüksek merci kazaskerlik oluyordu.
ALLAH ADALET EDENLERİ SEVER
Osmanlı beyliği daha Anadolu’daki yayılması sırasında hiçbir siyasî fırsatı kaçırmamış ve fethettiği yerlerdeki halkla kaynaşmasını bilmiştir. “Dinde zorlama yoktur, Allah adalet edenleri sever” mealindeki ayetlere huşu içinde uyularak, oralarda yerleşik toplulukların dini ve vicdani işlerine karışılmamıştır. Böylece din ve vicdan hürriyetine hürmet edilmiş, bununla da yetinilmeyerek devlet, ağır vergiler altında ezilmiş olan yeni tebaasından cizye adı altında muayyen bir vergi almakla iktifa etmiş ve mevcut kanunlara aykırı olarak hiçbir keyfî muameleye müsaade etmemiştir.
Aşiretten devlete geçmiş olan Osmanlı, Balkanların güneyinde bunları yaparken, kuzeyden gelen Macarlar, Ortodoks olan İslavları Katolik mezhebine geçmeye zorluyordu. Türklerin buralardaki unsurların dini ve vicdani hislerine hürmet göstermeleri, bu ince ve hassas noktayı umde edinmeleri, Balkanlıların Katolik tazyikine karşı Osmanlı idaresini bir kurtarıcı olarak karşılamalarının başlıca amili olmuştur.
HALK NİÇİN İSYAN ETMİYORDU?
Osmanlı fütuhatının hızla gelişmesinde amil olan bir faktör de, asırlar önce buralara gelmiş olan Peçenek, Kuman, Gagavuz ve Vardar Türklerinin varlığıdır. Balkanların fethinde yalnız fütuhatın ve devletlerarasındaki ihtilaflardan istifadenin ve siyasetteki maharetin değil, aynı zamanda yukarıda zikrettiğimiz manevi sebeplerin de tesirleri vardır. Ancak bu sayededir ki Türkler Rumelide fethettikleri geniş ülkeleri bir avuç kuvvetle elde tutmuşlardır. İşte bundan dolayıdır ki, yurt edinme niyetiyle yerleşilen Balkanlarda Müslüman Türk idaresine karşı hemen hiçbir halk ayaklanması olmamış ve hatta Osmanlıları Balkanlardan çıkarmak amacıyla tertiplenen Haçlı seferlerinde bile böyle bir hareket görülmemiştir. Ta ki, Rusya’nın bir güç olarak ortaya çıkışı ve İslavlığı kutsal bir dava haline getirdiği devirlere kadar bu hep böyle kalmıştır. Hatta Ruslar, o devirlerde Osmanlı idaresinde yer yer görülen idarî-adlî bozulmalara rağmen, devleti parçalama, paylaşma veya himayesi altına alma amacıyla giriştikleri askeri harekâtların hiçbirinde kendileri gibi Ortodoks olan halktan Osmanlıya karşı herhangi bir destek alamamışlardır, yani Rusların beklediği ve umduğu isyan hareketleri olmamıştır.
Ve yine bu akıllı ve adil idare sayesinde, Timur hadisesiyle Osmanlı devleti Anadolu’da parçalandığı halde Balkanlarda dimdik ayakta durmuştur. Bu hadise bile tek başına, Balkanların Türk idaresinden hoşnutluğunun en kesin delilidir. Aksi olsaydı değil Anadolu’da Ermeniler, Balkanlarda Sırp, Rum, Bulgar, Arnavut, Hırvat, Boşnak ve hatta Macarlardan eser kalmaz, isim ve esameleri unutulur; dinlerini ve dillerini kaybetmiş olarak Türkçe konuşuyor olurlardı. Osmanlı devleti Balkanlardan çekilirken, ismini andığımız unsurların, evlâd-ı fatihan olarak oralarda kalan ve kendileriyle yüz yıllardır barış içinde bir arada yaşamış Müslüman Türklere reva gördükleri zulüm, vahşet, katliam ve jenosidin hiçbiri, devletin en güçlü olduğu dönemlerde bile kendilerine yapılmamıştır.